11 Nisan 2021 Pazar

Eski ve Yeni Hayatımızda Değişen Alışkanlıklarımız

 

  • Bir iş için yazdığım bu yazı dedim ki neden bloğumda değil. Hala yazarak kazanıyorum, hala yazmayı çok seviyorum. Belki aktif değilim ama kelimelerim benimle birlikte yol almaya devam ediyor. 


Kalabalık bir masada sevdiklerimizle yediğimiz yemek sonrası içilen kahveler, yan yana çekilen selfieler, kocaman sarılmalarla geçen günlere kısa bir ara verip evlere kapanacağımız söylenseydi sizce ne yapardık? Asla inanmaz, güler ve hayatımıza devam ederdik.

Öyle olmadı… 17 Kasım 2017’de bizden çok uzak bir noktada ilk COVİD-19 vakası tespit edildi. Dünya haritasında zamanla her yer COVİD-19 vakaları ile doldu. Bir korku filminin ilk sahnesi gibi maskelerle gezmeye, evden çıkmamaya, teması azaltıp evden dünyayı izlemeye başladık.



11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü küresel bir Pandemi ilan etti. Geçer sandık, birkaç ay sonra her şey eskisi gibi olur diye düşündük ama olmadı. Aksine yeni kavramlar ve yeni bir yaşam tarzı ile tanıştık. Tüm alışkanlıklarımızda değişimler meydana geldi.

Yeni Normal

Ekonomi analisti Katie Jones, hayatlarımızın salgından sonraki ve salgından önceki hayat olarak ikiye ayrılacağını ve iki hayat arasında önemli ölçüde fark olacağını belirtiyor. Türkiye’de 1,2 milyonluk kayıtlı üyeye sahip, izinli veri tabanı bulunan DORinsight Online Araştırma Şirketi tarafından yapılan “Salgından Sonra Değişen Tüketici Davranışları” araştırması, Koronavirüs krizinin Türkiye’de bulunan tüketicilerin satın alma davranışlarını nasıl etkilediğine dair önemli sonuçlar tespit etmiştir. 15 – 20 Nisan 2020 tarihleri arasında online olarak gerçekleştirilen araştırmaya, 18 yaş üstü 5.007 kişi katılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre katılımcıların %88’i Koronavirüs salgını nedeniyle satın alma önceliklerinin değiştiğini, %72’si tatil, gayrimenkul ve araba gibi büyük bir satın alma yapmayacağını, %63’ü yazın tatile çıkmayı düşünmediğini, %86’sı sosyal medya kullanımının arttığını belirtmiştir.



Maya ile #EvdeKal

Küresel hizmet veren diğer bir pazar araştırması ve danışmanlık şirketi olan Ipsos’un 18 yaş üstü 1000 kişiye uyguladığı, COVİD-19 virüsünün tüketici davranışlarına etkisini ölçen raporuna göre; Türkiye’de salgın açıklandıktan sonraki ilk hafta olan 13 - 16 Mart 2020 tarihlerinde kolonya, sirke ve makarnaya talep artarken, üçüncü hafta (25 - 31  Mart 2020)  en çok  talep gören  ürün  turşu  olmuştur.   Tüketicilerin turşu tüketiminde %129’luk bir artış kaydedilmiştir. Turşuya yönelik tüketim davranışının gerçekleşmesinde turşunun bağışıklık sitemini güçlendirmesi ile ilgili haberlerin etkili olduğu düşünülüyor.

Diş fırçalarında %128, dondurmada %113, meyve sularında %104, hazır yemeklerde %91, soslarda %81’lik artış görüldüğü belirtilmiştir.  Koronavirüs salgınına karşı tüketim açısından ilk artışlar kolonya, sirke, makarna, bakliyat gibi ürünlerde olmasına rağmen sonraki haftalarda bu ürünlere ilgi azalmıştır. Ancak bu süreçte talebi azalmadan sürekli artarak büyüyen ürün maya olarak kaydedilmiştir.

Maya talebinin artışına neden olarak #EvdeKal sloganlarını hayata geçirirken evde olmayı eğlenceli bir hale dönüştürmek diyebiliriz. Mart ayında evde ekmek yapmayı öğreten videolarla ilgili arama sayısı 3.000.000’un üzerinde olması da bu bağlantıyı gözler önüne sermektedir. 

Temassız Teslimat Kazandı

COVİD-19 ile beraber markalarda da birtakım değişimler meydana geldi. E-ticaret sektörü 2020 yılı itibarıyla %85 oranında büyüdü. Tüketicilerin evde kalıp online alışverişi daha sık tercih ettiği bir dönemde markalarda yeni normale hızlı bir şekilde uyum sağlayıp, tüketicilere “evde” ulaşmayı hedefledi.

Birçok online alışveriş sitesi bu süreçte “temassız teslimat” adı altında bir


yöntem geliştirdi. Böylece tüketiciler kurye ile yüz yüze gelmeden, temas etmeden kapıya asılan siparişlerini alabildiler. Bu süreçte özellikle Getir markası en çok tercih edilen uygulamalardan biri oldu. Getir’in kurucusu Nazım Salur, ilk vakanın açıklanmasından bu yana uygulamanın indirilme oranının %60 arttığını belirtiyor. Aktif kullanıcı sayılarının 2 milyona ulaştığını, normalde 18 - 45 yaş olan kullanıcı yaşının da 65 hatta 70’e kadar çıktığını belirten Salur, tüketicilerin değişen alışkanlıklarını çok güzel özetliyor: “Temel gıda kategorisi salgın öncesi döneme göre yüzde 165 büyüme gösterdi. Meyve sebze satışları yüzde 75’e yakın büyüdü. Kişisel bakım ve ev bakım kategorisinde yüzde 60’ın üzerinde büyüme yaşadık.”

Tesla’nın temassız araç teslimatı da bu döneme damgası vuran işlerden biri olmuştur. Çin’deki satışlarını arttırmak için Alibaba’nın Tmall online mağazasıyla iş birliği kuran Tesla, otomotiv sektörünün küçüldüğü süreçte Aralık 2019 - Mart 2020 arasında satışlarını iki katına çıkardı.

Yemeksepeti ve Banabi platformları da kısa sürede “yeni normale” uyum sağlayarak tüketicilere temassız teslimat seçeneği sundu. Evden verilen siparişler artınca başta kargo şirketleri, eve teslimat yapan birçok marka temassız teslimat dönemine hızlı bir geçiş yaptı.

Yeni Vazgeçilmezler: Kolonya ve Dezenfektan


Virüsün yayılmasına karşı aldığımız önlemlerin ilk sıralarında kolonya ve dezenfektan yer alıyor. Tüketicilerin bu ürünlere karşı gösterdiği ilgiyi Eyüp Sabri Tuncer Kozmetik Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı Engin Tuncer şu şekilde açıklıyor: “Mağazalarımızdan kolonya satışına talep 5 kat, internetten satışlara da 7 kat arttı.”

İstanbul Kimyevi Maddeler ve Mamulleri İhracatçıları Birliği'nin (İKMİB) açıklamasına göre, özellikle dezenfektan ve kolonya ihracatı rekor artış gösterdi. Yılın ilk 4 ayında dezenfektan ihracatı 2019'un aynı dönemine göre 10 karttan fazla artışla 8,6 milyon dolardan 90 milyon dolara yükseldi. Söz konusu dönemde kolonya ihracatı ise 2,7 milyon dolardan 7,5 milyon ulaştı.

Sosyal Fayda ile Adını Duyuranlar

Pandemi ile birlikte markalar da sosyal fayda sağlayarak konuşulmasını artırmayı hedefledi. Bilinirliğin artması ile yükselecek farkındalık, markanın müşterileri ile duygusal bağ kurmasını kolaylaştır. Böylece markalar müşterilerine daha kolay bir şekilde ulaşıp, ürünlerinin satışını gerçekleştirebilir. Bu dönemde tüm markalar tüketicilerin yanında olup “Ben de seninleyim, yanındayım.” mesajını vermek için tüm sosyal platformlarda yerini almaya çalıştı.



Sağlık Bakanlığı'na 1 milyon TL bağışta bulunan Yemeksepeti'nin CEO'su Nevzat Aydın, kişisel Twitter hesabından yaptığı paylaşım ile yüksek etkileşim alarak kullanıcıların beğenisi kazandı. Markaların böyle önemli bir zamanda ardı ardına yaptığı paylaşımlar tüketici ile bağ kurması açısından yeni bir bakış açısı kazandırdı. Pandemi döneminde yapılan bazı kampanyaları örnek verecek olursak şu şekilde sıralayabiliriz:

·     Penti’nin #HepBenimle olan motto ve marka vaadini, Pandemi ile mücadele kapsamında #HepBirlikte olarak yenilemesi,

·     Unilever Türkiye’nin Sağlık Bakanlığı’na 230 ton Domestos bağışında bulunması,

·     Arçelik’in sağlık çalışanları için “Sağlık Personeli Destek Hareketi” adı altında başlangıçta 170 hastaneye beyaz eşya ve küçük ev aleti bağışlayacağını açıklaması,

·     Sahibinden.com, yaptığı duyuru ile Koronavirüs ile mücadeleye 2 milyon TL’lik bağışta bulunması,

·      Vodafone’un müşterilerinin akıllı cihazlarında operatör adı olarak belirli bir süre “Vodafone TR” ibaresi yerine “#EvdeKal TR” hashtag’i yer alması,

·      Turkcell’in COVID-19 kullanıcılarının evde kalmalarını desteklemek için şebeke adını “#EvdeHayatVar" olarak değiştirmesi,

·     Hayat Kimya’nın tüm Türkiye'de Koronavirüs salgınıyla mücadele eden karantina hastanelerin hijyen ve temizlik ihtiyacını desteklemek için 5 tır Bingo Oxyjen çamaşır suyu, 5 tır Papia, Familia, Focus tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, peçete, kutu ve cep mendilleri bağışlaması,

·     Nutricia’nın sağlık personelimizin kullanması için hastanelere toplam 1 milyon TL değerinde koruyucu tıbbi malzeme bağışlaması,

·     Metro Türkiye’nin Kanserli Çocuklara Umut Vakfı’nın (KAÇUV) koruyucu maske ihtiyacını karşılamak için 3 bin adet maske bağışlaması,

·     Realme ve Oppo’nun #EvdeKal çağrısına uyan 65 yaş üzeri vatandaşlara, çocukları ve torunlarıyla sorunsuzca görüşmeye devam edebilmeleri amacıyla, telefon markaları ne olursa olsun WhatsApp uygulamasının kullanımı ile ilgili bilgi ve eğitim desteği vermesi.

Pandemi’nin Şanssızları

Pandemi’nin hayatımızda çok şeyi değiştirdiği açık bir biçimde görülüyor. Markalar daha fazla sosyal farkındalık çalışmaları ile adından söz ettirirken bir yandan da büyük bir dijital dönüşümün içerisinde yerini aldı. Tüketiciyi evinde ve teması en az bir biçime ulaşmayı hedefliyor. Bu dönemde satışlarını artırmak isteyen şirketlerin, yatırımlarında mobil uygulamalara veya sitelere yoğunlaştığı görülmektedir.


Koronavirüs’ün hepimizi evlerimize hapsettiği bir dönemde birçok sektör olumlu etkilendiği gibi bazı sektörlerde can çekişir hale geldi. Moda sektörü de altın çağını çoktan geride bırakarak eski günlerini özlüyor. Birbirinden ihtişamlı markalı giysilerin yerini eşofmanların aldığı bir dönemde tüketicilerin de harcama alışkanlıkları değişti. Sonuçta evde Michael Kors çanta ile dolaşıp, Gucci kıyafetlerle zoom toplantılarına gitmiyoruz. Bu dönemde Victoria Beckham çalışanlarını ücretsiz izne çıkardı. Büyük zarara uğrayan Gucci, açığını kapatabilmek için ürünlerine yüzde 10 zam yaptı. Michael Kors yılda iki kez koleksiyon hazırlayacağını duyurdu. Diane von Fürstenberg, DVF markasını küçültme kararı aldı ve çalışanlarının yüzde 75’ini işten çıkardı. Guess yüzde 51,5 düşüşe geçerek 157.7 milyon dolar zarar etti. Marc Jacobs 60 personelinin işine son verdi.

Common Thread Collective verilerine göre Pandemi’nin karantina döneminde mücevher, giyim, otomotiv ve seyahat sektöründeki ürün gruplarının satışında düşüş yaşanmıştır. Özellikle seyahat yasaklarıyla beraber tatil planların iptal edilmesiyle satış talebinin en çok düştüğü ürün grupları seyahat ve tatil malzemeleridir.

Kampa, Çadıra ve Doğaya Geri Dönüş

Evlere kapandığımız karantina sürecinden sonra “Yeni Normal”e doğru bir
geçiş yaptık. Maske, mesafe ve tedbiri elden bırakmadan en azından hafta sonları sevdiklerimizle vakit geçireceğimiz anlar yaşamaya başladık. Bu süreçte de tüketicilerin satın alma alışkanlıklarında büyük bir değişim meydana geldi. Buluşma alanları artık cafeler, AVM’ler değil doğa oldu. Kamp sandalyesi, termos, portatif masa, piknik setleri gibi ürünlerin satışında bir artış meydana geldi. Yeni normalimizde doğaya dönerken yeni satın aldığımız ürünler de bize eşlik etti.       

E-ticaret sitesi nalburdayim.com Yönetim Kurulu Başkanı Ozan Bük salgın döneminde vatandaşların piknik ve kamp alanlarına ilgisinin arttığını söyleyerek satışları ile ilgili “Tabureler, seyyar masalar, kamp sandalyeleri, kamp ocakları, piknik setleri, kullan at masa örtüleri, tabak, karton bardak gibi kullan at ürünlere talep yüzde 100 arttı ve satışlarımız havaların ısınmasıyla beraber hız kazandı” diyor.

Bitiş ve Başlangıç

Koronavirüs ile beraber yaşamaya alıştığımız şu günlerde tüketicilerde de markalarda da kalıcı değişimler yaşandı. Hızlı bir şekilde bu değişime ayak uydurup, dijital dünyada kendine alan açan markalar tüketicisi ile her an etkileşim içerisinde olarak satışlarını gerçekleştiriyor. Pandemi döneminde belki daha fazla dönüşüme ve değişime tanık olacağız.

Bu inceleme, hızlıca yaşadığımız bir buçuk yılda değişen alışkanlıklarımızın çerçevesini oluşturmayı amaçlamaktadır. Belki yazımın başında bahsettiğim kalabalık sofralarda yine beraber olacağız ama maske, mesafe, tedbir ve değişen alışkanlıklarımızla birlikte.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

26 Temmuz 2020 Pazar

Bak Şimdi Dünya Değişti

Geçen gün kendime yazdıklarımın arasından şöyle bir not buldum. "Tüm kalp kırıklıklarımızı geride bırakıp karşılaşacağımız günler gelecek.Bu yazı bir geri dönüş yazısıdır. Çok uzaklaşıp başladığın noktaya geri dönmenin yazısıdır.


Bu yazıyı bir gün tekrar okursam ait olmanın ve kimseyi dinlemeden gittiğim yolun güzelliğini hatırlamak için de yazıyorum. Yıllarca "keşke" diye hatırladıklarıma şimdi "iyi ki" dediğimi kendi kişisel tarihime not düşmek için yazıyorum. Bir de geçen sefer sorduğum bir soruya en güzel yanıtı bulduğum için.

Yazı büyülü bir yolculuk. Her zaman yanı başında sana eşlik ediyor. Hayatımda okuduklarım ve yazdıklarım bir şekilde bana geri dönüyor ve sorularla kendimi bulmamı sağlıyor. En çok tıkandığım noktalarda bu blogda ya da günlüklerimin arasında kayboldum. Şimdi bulduğum ışığı daha da parlatmak için bilgisayarın başına oturdum. 


"Farklılıklar mı güzel aynılıklar mı? Farklılığın çekiciliği, aynılığın müthiş uyumu. Hangisi doğru? Ya da ikisi aynı anda olabilir mi emin değilim sevgili okuyucu." diye yüksek sesle bir soru sormuştum.

Farklıyken ortak bir yerde kendi benliğinden uzaklaşmadığında bir doğru ortaya çıkıyormuş. Farklılığın çekiciliği ve ortak noktadaki uyum ile bir hayat ortaya çıkabilirmiş sevgili okuyucu. Orada hayatın en mucizevi keşfi varmış. Emek varmış, sevgi varmış, bir araya geldiğinde oluşturduğun bir "biz" varmış.

Şimdi kendimi karşıma alıp ona yazıyorum. Kendime. Omuzlarıma pıt pıt dokunup "Aferin kız!" diyorum. Ne iyi ettin de gözünü kapatıp bir yola girdin. Gözlerini sımsıkı kapatıp gitmen gereken o eve iyi ki geri yürüdün.


Biraz başa alalım bu hikayeyi. Bir gün bir masada bir arkadaşıma "En çok neyden pişmanlık duydun?" diye sormuştum. Bazen olur öyle. Kendine sormaktan korktuğun o soruyu hep başkalarına sorarsın. Başkalarının yanıtlarında küçük küçük kendi cevaplarını ararsın. O akşam aldığım yanıt "Hiçbir şey için pişman olmadım." olmuştu. Cevap karşısında hafifçe güldükten sonra içimden "Vay be'" demiştim. Pişman olmadan geçirilen bir hayat... Sonra soru hiç beklemediğim bir şekilde bana döndü. E şimdi ben hangi birinden başlayayım! Masadan usulca dağıldık. Aklımda tek bir soru kaldı o akşamdan "Hangisini anlatmam gerekiyordu!?"

Koskoca pişmanlıklarla dolu geçen yılların ardından insanın kendine itirafı çok zor oluyor. Orada bıraktığın bir yarım hayat ile yüzleşmek. Aslında başrol olduğun bir sahneyi terk etmenin acısı ile yaşamak. O saf mutsuzluk olan günlerde her şeye rağmen küçük bir umut aramanın direncini biliyorum. Hep geçecek deyip kendimi nasıl avuttuğumu.

Ne yapmak istediğimi, kendimi aramakla geçen yılların yorduğunluğunu anlatacak ne çok cümleler kurulur. Çoğu zaman  o boşlukla baş başa oturduğum günleri anımsıyorum da aslında hepsi şimdiki Gizem'e giden bir yoldu. Sürüne sürüne gitmiş olmam belki de benim başarısızlığım.

Sonra bir gün bir şey oldu. Yüzüme çarptı belki de bunların hepsi. Gidilecek o yolu gitmeyerek çektiğim tüm 'keşkeleri' bir kenara koyup hayatımın direksiyonuna geçtim. İşte geldim, işte buradayım dedim oraya. Orası benim evim. Biliyorum burayı. Bahçesini ben sulamıştım. Ben ekmiştim bu bahçedeki umutları. 

Nasıl da güzelleşmiş benden sonra burası. Yıllardır aradığım, hep özlediğim ve asla gitmeye cesaret edemediğim evim. Ben geldim. Yanımda gelirken yürüdüğüm yolun yorgunluğu, eve varmış varmış olmanın huzuru var.



1 Eylül 2019 Pazar

Ekilen Umutlar, Vazgeçilen Yollar

Ellen Degeneres'in hayatını anlattığı Relatable isimli belgeselinde kendisine yöneltilen bir soru 2019 başında beni de çok düşündürdü. Ellen'e " Hiç umudunu kaybetmeye başladığın olmuş muydu? Olduysa da kendini o durumdan nasıl kurtardın şu an olduğun gibi başarılı olmaya başladın?" sorusu soruldu. Umudunu kaybetmekle kaybetmemek arasında geçen birinin izlediğini kim bilebilirdi ki bu belgeseli. Ellen belki de içimde neyi tuttuğumu benim dahi tam çözemediğim bir cevap verdi.

"Sanırım içinde var olduğunu bile bilmediğim bu ışığı takip ettim! Bence bu ışık hepimizde var. " 

En karanlık günün sabahına çıkınca da bu ışığı takip etmedik mi çoğu zaman. 2019 başında hiçbir şey aynı olmayacak diye girmiştim. Evet hiçbir şey de aynı kalmadı! Ne işim ne kendim ne çevrem. Her şey bir dönüşüm içerisindeyken en çok dönüşen ben oldum. İşimin değişmesi büyük bir adımdı. İnsanın işini severek yapması ne büyük bir güzellikmiş. O işe iyi ki demek... İyi ki şuan buradayım demek... Bunu demek için 3 yıl beklemiş olmak. Doğru zamanın bir gün geleceğini düşünmek. Ve doğru zamanın beklemediğin bir şekilde gelerek "İşte buradayım" demesi.

Hayatımda ne istediysem hepsini almak için mücadele ettim, ediyorum. Tabi bazen insan keşke bu kadar mücadele etmeden her şey kendiliğinden olsa diyor. Belki de evrenin yasası da böyle anlarda işliyordur. İstediğin şeyi almak için onun senin olması için dönüşmen, duygularının düşüncelerinin değişmesi belki de... 3 yıl önce şu an yaptığım şeyi yapsaydım tepkim nasıl olurdu kestiremiyorum bile. 3 koca yıl hayatımdan gidenlerle dolu. Gidenlerin yerini alan sadelik, kalabalık grupların yerini alan sakinlik, heyecanımın yerini alan dinginlik...

Biraz daha başa sarmam gerek bu hikayeyi. Ben artık yapamayacağımı düşünen tarafıma yenik düşmek üzereyken aldığım iş teklifinin duygusu çocukken salıncak sırası beklemeyi hatırlattı. En sevdiğimi beklerken sıranın bana gelmeyeceği duygusuna kapılmak ardından sallanırken gelen sonsuzluk hissi. Çocukken böyle anlarda gözlerimi sımsıkı kapatıp tüm anı, tüm evreni durdurmak isterdim. Şimdi de ne zaman mutlu olduğumu hissetsem gözlerimi sımsıkı kapatıp o anı durdurmak istiyorum. Zihnimin mutlu taraflarında hep anlar var. Mutluluk bir kutuda anlarda saklı. Anlar, anılar...

Sonra bu yıl umutlar ektim yoluma. Umut ekilir mi diye sorarsanız bence umut ekilen bir şey. İçinde bir yere önce her şeyin güzel olabileceği umudunu yerleştiriyorsun. Sonra o umudu besliyorsun. Ne olmasını istiyorsan. Ben artık olmasını istediğim tüm umutlara böyle bakıyorum. Hepsi benim filizlenmeyi bekleyen belki de bahçemin ilk tohumları. Tabi yılın yarısında elimde kalmadı değil bazıları. Olmayan bir şeye üzülmeyi bırakalı da bu 3 yılda öğrendim. Olmuyorsa olmuyordur! Olacak olanların güzelliği de burada gizli. Çoğu zaman öyle oluyor. Olmayanların olumsuz enerjisi de senden akıp gidiyor.

Senden giden olumsuz enerjiler başka yollar seçmeni gerektiriyor bir de. Ben artık seçim yapacağımı sebepsiz bir şekilde düşünmüyordum. Seçtiğim yolda daha çok şeylerden vazgeçeceğimi, vazgeçe vazgeçe bütüne doğru yol alacağımı yeni öğrendim. Kalbi kıran ne varsa, ben olmamı engelleyen, yolumdan ya kendisi çekiliyor ya da hayat onu da gitmesi gereken yere doğru alıyor. Başka başka yollara açılıyoruz hepimiz. Acaba bir gün ortak bir alanda tüm yanlış ve doğrularımızla hayatımızdan gidenlerle yeniden karşılaşır mıyız?

Bir de yılın ilk yarısında düşünüp hala karara bağlayamadığım bir konu var. Açıklığa ne zaman kavuştururum bilmiyorum. Farklılıklar mı güzel aynılıklar mı? Farklılığın çekiciliği, aynılığın müthiş uyumu. Hangisi doğru? Ya da ikisi aynı anda olabilir mi emin değilim sevgili okuyucu.

Yazmak ve üretmek! Bu bloğu açma sebebim. Sevdiğim işi hayatıma dönüştürebildiğim, tamamen o olduğumu kanıtlamamın hikayesi. Geçen günlerde yazmam gereken bir içerik hakkında düşünürken kelimeleri düşündüm. Ne kadar çok aradım onları yerine koymak için!  Tüm hayatımdaki her şey gibi.

6 Nisan 2019 Cumartesi

“Hiçliğin Ortasındaki Umut” Denis Mukwege

“Hiçliğin Ortasındaki Umut” Denis Mukwege

2018 Nobel Barış Ödülü’nü kazanlardan biri olan Denis Mukwege, binlerce tecavüz ve cinsel saldırı mağduru kadını iyileştirip, hayata tutunmasını sağladı.
“Coğrafya kaderdir” cümlesinin ne kadar ağır bir anlam taşıyacağını bilmeden 1 Mart 1955 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde dünyaya geldi Denis Mukwege. Adı“Mucize Doktor” olarak tanındı ve 2018 yılında Nobel Barış Ödülü’nün sahiplerinden biri oldu.
Doksanlardan itibaren Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki iç savaşta 5 senede 6 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Nedeni ise Kongo’nun çatışma mineralleri olarak bilinen koltan, kalay, volfran ve altının dünyadaki tedarikçisi olması. Bu dört maden işlenip bizlerin ihtiyacı olan eşyalara dönüşüyor: cep telefonu, bilgisayar, araba..  Böylece Afrika’nın verimli topraklarının içi, batı dünyasının yaşaması için kazınıyor.
Zalimlik
Savaşın olduğu topraklarda yaşamak, yaşamaya devam etmek herkes için zordur. Basılan köylerdeki insanlar şehirlere göç eder, orada bir hayat kurmaya çalışılır. Kongo’daki kadınların durumunu tek kelime ile ifade edilebilir: “Zalimlik”:  Zalimliğin karanlık gücü.
Madenlerin yakınında bulunan köyleri yağmalayan milisler silahın o korkunç gücünden yararlanır. Kadınlara ve çocuklara tecavüz edip, öldürür. Öldürülmeyen kadınlar ise ailesi ve eşleri tarafından terk edilir.
Ev Neresi?
Şimdi Kongo’da köyünde ailesi ile yaşayan bir kadın olduğunuzu hayal edin. Ormanda hayatın en güzel tarafını hissettiğin, şarkılar söylediğin bir hayattasın. Senin olmayan bir savaşta bir gün köyünden, evinden oluyorsun.  Tecavüze uğruyorsun. Yetmiyormuş gibi birçok işkenceye maruz kalıyorsun. Gözlerinin önünde sevdiklerini öldürüyorlar. İnsanın sevdikleri yanında olunca her yer evdir aslında ama sevdiklerin de öldürülüyor ve kalanlar da seni terk ediyorsa ev neresi olur senin için?
Denis Mukwege tam olarak bu noktayı “Hiçliğin ortası” diyerek tanımlıyor. “1990’ların sonunda kadınlarla çalışmaya başladığımda onlarla görüşme yapardım. Bunu bir hikaye olarak dinlediğinizde katlanılabilir geliyor. Ancak neler olduğunu ve yaralarını gösterdiklerinde kendimi kaybetme noktasına geldim.” diyor Denis, o kadınlarla karşılaşınca. Zalimliğin en karanlık noktasında hastaları ona O da hastalarına tutunur çünkü hayat yerden düşeni kaldırıp beraber yürüyebildiğin zaman güzeldir.
Dr. Denis, 1999 yılında savaşın çıkmasının ardından ülkenin doğusunda Bukavu kentinde Panzi Hastanesini kurar. Hastanede ilk tedavi gören cinsel şiddet mağduru bir kadın olur. Denis zamanla tecavüzün savaşta bir silah olarak kullanıldığına tanık olur.
Mutluluk Şehri
Dr.Dens, kadın hakları aktivisti Christine Schuler-Deschryver ve radikal feminist Eve Ensler ile cinsel şiddet mağduru kadınlar için bir merkez kurar. İsmi “City of Joy” olur. Yani Mutluluk Şehri. Acıyı umuda dönüştürme merkezi. Burada kadınlara kendilerini ifade edebilmeyi, savunmayı, kendi vücutları hakkında bilmedikleri öğretilir.
6 aylık eğitim programı ile kadınların ayaklarının üzerine sıkı bir şekilde basması amaçlanır. En çok da sevmek; yeniden, kendini, hayatı sevmek üzerine konuşmalar yapılır ve bir de yaşadıklarını yüksek sesle anlatırlar. Anlatırlar çünkü acıların güce dönüşmesi için en çok söze ihtiyaç duyulur. Sözlerin yaşadıklarına güç verebileceği fikrine bağlanırlar. Christine Schuler-Deschryver bu konuda hakkında ”Buradaki kadınlar birbirlerine acılarını anlatıyor. Çünkü anlatmak acılara biraz da olsa iyi geliyor” diyor.
Mutluluk Şehri’nin ilk mezunlarından Jane tecavüz mağduru Kongo’lu bir kadın. Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide acılı bir şekilde bekleyip yaşamı seçenlerden. Mutluluk Şehri’ne ilk geldiği zamanlar hakkında “Hala umursayan insanlar var” diyerek Dr. Denis ve ekibinin kadınlara nasıl umut olduğunu anlatıyor.
Denis, kurucularından olduğu bu merkez ile zalimliğe karşı en büyük direnişin birlikte göğüs germek olduğuna inanır çünkü “Bu kadınlar bu kadar güçlüyse ben de onlarla birlikte savaşmalıydım. Bu kadar!” der bir röportajında.
Koruyan Kadınlar
Yıl 2012 olur ve Denis tüm bu sorunları Birleşmiş Milletler’in bir toplantısında anlatır. Adaletin herkes için gerekli olduğunu ifade eder ve ekler “Adaleti tartışılabilecek bir konu değildir.” Bu konuşmasının ardından evine döndüğünde kızı ve eşi rehin alınır. Kendisine silahlı saldırı düzenlenir.
Bu olayı yaralanarak atlatsa da Denis, doğduğu toprakların tehlikesi ailesini korkutur. Yurt dışına gitmek zorunda kalır ama umut olduğu kadınlar doktorlarının geri dönmesini ister. Yaralı bir kuş gibi merkezde tedavi olan kadınlar kanatlarını takıp “Biz seni koruyabiliriz” derler Denis’e ve dönüş bileti ücretini karşılamak için domateslerini, ananaslarını satarlar. Umudun şekil bulmuş hali olan bu kadınlara karşı koyamaz Dr. Denis ve ülkesine geri döner. Binlerce kadın, doktorlarını otobüsler kiralayarak karşılamaya gider.
İnsanın zalimliğinin sınırının olmadığı bir dönemde yaralı binlerce kadını iyileştirip hayata tutunmasını sağlayan Deniz Mukwege’nin adını tüm dünya umudun yanına koydu. Adı kocaman kalın harflerle umudun ardından geliyor.

*Bu yazı Netflix’in Mutluluk Şehri isimli belgeselinden yararlanılarak yazılmıştır.

Bu yazıma www.kulturoloji.com'dan da ulaşabilirsiniz.

23 Mart 2019 Cumartesi

Bir Devrin Hikayesi: Devir

Unutulmayacak olanlar kalır… Ya hatırlamayacaklarımız?”
Türkiye’nin belleğine kazınmış bir tarihtir 12 Eylül 1980. Hep büyük büyük cümlelerle anlatılır o dönem. Sanki siyah beyaz film gibidir tüm anlatılanlar herkes çok solcu veyahut çok sağcıdır ve politika herkesin en asli görevidir. “Hayır! Öyle değil”diyor aslında Devir bizlere. O devrin çocukları da vardı; darbeden,solculuktan, sağcılıktan anlamayan Ali ve Ayşe gibi oyun oynayan çocuklar,şarkılar, eşyalar, şiirler…
“Kelebekler Meclise”
Yazmanın insana iyi gelen tarafı Devir’de kendini çok iyi hissettiriyor. Kendinizde iyi olacak, iyiye inanacak bir güç buluyorsunuz. Bu güç çocukların saf masumiyetinden geliyor, romanın kahramanları olan sekiz yaşındaki Ali ve Ayşe’den.
1980 darbesini iki çocuk gözüyle anlatan Ece Temelkuran’ın Devir’deki başarısı da çocukların o saf sadeliği kadar etkileyici. 1980 Mayıs’ında başlayan hikaye darbeden sonra sonlanır. Bu süreçte okuyucu iki çocuğun kuğuları kurtarma macerasına tanık olur.Kuğuları kurtarınca Hüseyin Ağabeyi ve Birgül Ablayı da kurtaracaklarına inanan, insanın içini umut dolduran çocuklar Ali ve Ayşe. Meclis’e kelebekler girebilirse herkesin mutlu olacağına inanacak kadar temiz dünyaları var.

Devrin Haritası
Roman bir devri sosyal, kültürel ve politik olarak bütün bir şekilde ele alıyor. Şarkılar,dönemin magazinsel olayları, romandaki nesneler de okurken size eşik ediyor. Temelkuran,bir devrin haritasını çıkarmış bu romanda.
Yaşadıklarımız değil de onların kaydı bir yerde tutuluyordur nasılsa ama hatırlamayacaklarımızın kaydı… Unutulmayacak olanlar kalacak da bir de hatırlamayacaklarımız var.”
Devir’i okurken 1980 yılı çok tanıdık geliyor. O delirmişlikle bütünleşmiş siyasi tutumu bir yerlerden hatırlıyorsun. O delilik esnasında sıradan hayatlarımızdaki detaylar beliriveriyor. Kendi çocukluğunu düşünüyorsun. Unuttuğun bir köşede kalmış çakmakla bütünleşiyor anılar bazen, bazen de bir koku ile anımsıyorsun çocukluğunu. Romanın sonralarına doğru büyümüş senden, çocuk seni selamlıyorsun.
“Ben onun elini hiç bırakmam artık. Çünkü ağlayınca sesi hiç çıkmadı”
Bu cümleden sonra kısa bir süre romanı bıraktım. Elimizin ne kadar çok bırakıldığını hatırladım. Yapayalnız kalıp ne kadar çok ağladığımızı. O kadar ağlamanın ardından gelen susmaları. Susanlara ne kadar bağrıldığını düşündüm.
Devir aldıklarımızdan sonra biz ne devredeceğiz? Devir’in ana sorusu da bu aslında.Romanın geçtiği Ankara Kuğulu Park’ta kanatları alınan ve uçamayan kuğuların varlığı o dönemin gençliği ile de benzerlik taşıyor. Kanatları kırılan bir neslin çocukları Devir’de kendine yer edinmiş. Kuğuların kanatlarını alıp uçmayı unutturmak isteyen zalimlere inat Ali ve Ayşe’nin kuğuları kurtarma çabası yavaş yavaş anlatılıyor.
Korkmamak, Uçmak
Ali ve Ayşe kuğuları kurtarmak isterken diyorsun ki belki bizde ele ele tutuşursak Ali’nin Ayşe’nin elini tutması gibi… Bizde el ele verirsek kuğuları da, çocukları da kurtarabiliriz.
İnsanca yaşamak için, Aliler ve Ayşeler rahat oyun oynasın diye yeşil parklarda, Aliler şokellalı ekmek yesin diye, Hüseyin Abi ile Birgül Abla inandıkları hayatı yaşayabilsin diye, Ali’nin annesi de tiyatroya gitsin diye, kuğuların kanatları kırılmasın uçsunlar diye el ele vermeliyiz. Belki o zaman bizler de birbirimizin elimizi hiç bırakmayız, korkmayız. Korkmadığımız için ağlamayız. Ağlamadığımız için konuşabiliriz. Konuşabildiğimiz için devir edebiliriz kanatlanıp uçmayı ve uçarken yaşamayı.
Bu yazıma www.kulturoloji.com'dan da ulaşabilirsiniz.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Noktalar mı Virgüller mi?

Tüm seslerin kısıldığı bir dönem geçirdim. Dedim ki artık devam edemiyorum. Elimden, inandığım her şey ama her şey alınmıştı. Bastığım yer bile bana ait değildi. Beni mutlu eden tek şey ailem ve dostlarımdı. Zaten düştüğün zaman kiminle kalkıyorsan onlarla aynı yolda yürümeye devam ediyorsun. Bu sefer içte bir şey vardı nedenini çözemediğim.

Haksızlıklara asla göz yuman biri olmadım. Bulunduğum yerdeki adaletsizlikler beni hayatın kuralları konusunda çok düşündürdü. Biliyordum ben ilk değildim ve son da olmayacaktım. İnsanın adaletsizlikler karşısında kırılması da garip aslında. Kimi yüksek sesle hayır diyor bu durumlarda kimi benim gibi çekip gidiyor. Hem hayallerim de vardı benim. İnandığım harfler ve onlarla anlatacağım çılgın hikayelerim.

2019 - 2018

Bu yazı 2018'e ait buraya koyacağım muhtemelen ilk ve son yazı olacaktır. 2019'a hala nasıl umutlu bakabildiğimi anlatacağım. Umudun nasıl insanı koruduğuna dair şeyler söyleyeceğim beni okuyan herkese. İnancın bittiği yerde nasıl yeniden nasıl doğulur anlatmak istiyorum.

İşimden istifa ettikten sonra sandım ki sonsuz mutluluk beni bekliyor. Kişisel sorunlarımı bir kenara bıraktığımda sadece yapmak istediklerime odaklanıp yapacağıma aşırı inanıyordum. Bazen kör kütük inanmak insana kötü olaylar da yaşatabiliyormuş. Hiç beklemediğim bir yerden iş teklifi almıştım belki birkaç yıl sonra geleceğim noktaya hemen gelmiştim. Ajans hayatından kurumsal hayata, iyi bir imzayla merhaba derken sonra birden bir şey oldu. Yapamadım! Gerçekten nasıl yapacağımı bilemediğim sorunlar gerçekleşti. Ne bir yol gösteren ne de başka bir şey! Vazgeçtim. Yapamıyordum, biliyordum.

İşsizlik

İsteyerek bıraktım. İşsiz kaldım. Sonra tekrar iş buldum. Ajans hayatına bu sefer başka bir yerde devam edecektim. İstedikleri olmayan bir Gizem olarak devam ederken içimde düştüğüm yere sıkı sıkı tutunan birinin olduğunun fark ettim. Bir yerden çıkmak isteyen ama çıkmak için çabalamayan, geçmişini geleceği ile beraber yaşayan biri vardı bende.

Nil Karaibrahimgil'in bir yazısında geçiyordu "Ne yapmayı sevdiğini bul ve sonra o sevdiğin şeyi yapabiliyor musun ona bak. Yapamıyorsan, boşuna enerjini tüketme, yapabilenler yapsın. Yapıyorsan, dünyanın en şanslı insanlarından birisin, dilini ısır, kimseye söyleme. 
Sevdiğin insanlar bul. İşlerini onlarla yapmanın yollarına bak. Hayat ‘yap et çalış başar’la geçiyor ve bu maraton çok sevdiklerinle geçerse, iş yapmamış, sürekli aşk yapmış olursun."

Bu konu üzerinde sayısız kere düşünüp tembelliğin insanı nasıl uyuşturduğunu uzun bir zaman sonra yazdıklarımın hiçbir şeye benzemediği an anladım. O kadar uzun bir süre hiçbir şey yapmadan ya da yaptığını sanarak zaman geçirmişimki geçen zaman en sevdiğim şeyi almak için yanıma yaklaşmış. "Eğer yapamıyorsan başkasının olur" der gibiydi tüm kelimeler.

Zıtlıklıklar

Bir gün bir mail aldım. İlk defa yazdığım bir içeriğe karşılık almıştım. Küçük dönemsel bir iş. Silkelenmemi sağlayan en önemli gelişme buydu. Yazdıklarımı sonunda fark eden biri vardı. Demek ki birileri okuyordu beni. Sonra bir iki yere daha yazdım. Yazdıkça iyileşip bir şekilde o büyünün beni sarıp sarmaladığını hissettim. Geçen günlerde bir yerde adımı gördüm. Gazetede staj yaptığım dönemlerden sonra bu hissi özlediğimi fark ettim. Yazmak, okumak, üretmek, devamlı düşünmek...

Yaşın ilerleyince bir de seni sen yapan özeliklerin oturuyor. Ben uzun bir süre ortak, benzer şeyler düşünen insanların iyi anlaşacağını düşünürdüm. Son günlerde bunun ne kadar insanı daraltan bir durum olduğunu anladım. Neden bilmiyorum sonlara doğru bunu da yazmak istedim. Bazen zıtlıklar hayatın en güzel rengi oluyor. Fark edince biraz geç kalıyor, uzaktan bakıyorsun. Zıtlıklar güzel. Korkmamak gerek. Benzerlikler tutunmamızı sağlarken, zıtlıklarda görebilmemizi sağlıyor bütünü.

"Blog mu?"

Şimdi ne yapıyorum değil mi? Yeni bir şeyler üretmek için ne yazsam diye düşünüyordum. Geçen günlerde birisi bana "Blog yazılarınız size aitse?" diye başlayan bir cümle kullandı. Bir kere de yine kendimi anlatmak isterken biri "Blog yazmayla olmaz" demişti. Burayı güncellemediğimi farkettim sayelerinde. 2019'da daha çok yazacağımı biliyorum.

Genel olarak aslında yazdığımı ve bunu çok sevdiğimi bir gün mutlaka yazarak, üreterek hayatımı kazanacağımı anlatıyorum. Buraya da yazıyorum çünkü yazmanın böyle büyülü bir tarafı var. Uzun zaman hiçbir şey yapmadan durup bekledim ve beklemenin harfleri eksiltmekten başka bir işe yaramadığını anladım.

Karanlık Çağ

Nokta koyduğumu sandığım hikayemde noktayı yeniden ve daha büyük bir inançla sayısız kere kullanacağımı biliyorum. Erdem Bayazıt'ın dediği gibi "Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu." Kayıp bir çağda sesimi bulmak istiyorum sadece.

Yazıyorum ve inanıyorum. Bir gün mutlaka...




19 Kasım 2017 Pazar

Söylesene Martin Noktalar İşe Yarar mı?

Jack London'un en önemli eserlerinden biri olan Martin Eden hayatımın en önemli kararında yanı başımdaydı. Beyaz yakalı hayatından bunalmış ne yapacağımı bilemez vaziyette geçen günlerimin sonu gelmiyordu. Ahmed Arif hasretinten prangaları eskitirken ben de bir yerde yaşamımdaki prangalarla boğuşuyordum. Bu böyle gitmez diye diye serzenişlerimin bile sonu geldi ama o mutlak boğucu hayatın sonu gelmedi. Yazmak yazarak hayat geçindirme derdindeyken geldiğim noktayı buralara günlerce yazsam bitecek gibi değildi.

Bu yazı aslında 2017'nin benim için nasıl geçtiğinin yazısıdır. Yarım bıraktığım her şey bir şekilde bu yıl tekrar karşıma çıktı. Bir yerde yarım bıraktığım ne varsa insanlar, kitaplar, filmler hepsi tek tek karşıma geçip "Beni nasıl unuttun?" dedi. Haklılardı. Yarım bırakmak nasılmış biliyor musunuz? Yırttığın ve kullanmadığın bir sayfada artık yazacak yer kalmadığı için o yırtılmış sayfaya bakıp iç geçirmek. Yarım saniyede içten geçen bunu niye yırttım hissi.

Sonra günler o kadar çok geçmiş ki tam bir yılımı bir işe harcadığım için ödülüm olan on günlük tatile gittim. Kalıcı ve yerinde karar vermem için Türkiye'nin bir ucuna gidip doğayla karşıklıklı bakışmamız gerekiyormuş. Hayatın döngüsünde aslında bir hiç olduğunu hatırlaman, zamanın senin sandığın kadar geçmediğini ya da geçtiğini bunun gibi şeylerle dolman. Hayatla ilgili önemli  düşüncelerle oturup konuşmak gerekiyormuş.

Bu sırada hayallerini benim gibi hatırlayan ve harekete geçen biri daha vardı hayatımda. Martin Eden! Gemilerde çalışan hayatını denizlere ve dalgaların gelişine göre hareket ettiren Martin. Sonra ona da bir şeyler oldu. Adı Ruth olan aristokrat bir aileden gelen üniversiteli bir kız girdi hayatına ve o zaman bir hayale tutundu. Onun hayali hayatının sonunu hazırladı. Asıl mesele benim için hayallerine giden yoldan asla vazgeçmemesi oldu. Belki bir roman karakteriydi Martin ama o vazgeçmeyişindeki inatta bir zamanlar olduğum insanı hatırladım. İnsan nasıl vazgeçerdi? Nasıl yarım bırakıp hiç olmamış gibi devam edebilirdi ki hayata?

Yıllar önce eski bir arkadaşımın yazdığı bir not aklıma geldi tüm bunlar olurken. O zamanlar 16 yaşındayken çok etkilenmiştim. Tıpkı 22 yaşında ilk istifa kararı aldığım zaman tekrar o cümleyi okurken etkilendiğim gibi.

"Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken, bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder insan, sadece; riski göze alabilen özgürdür."

Tüm riskleri göze alarak istediğim şeyleri yapmak için yaptığım işe bir nokta koydum. Daha güçlü bir cümleye başlamak için kuvvetli bir nokta aciz bir virgülden daha iyidir. Bitirilmeyen sonu gelmeyen her serzeniş, her söylenme bir virgül. Virgüllerle bir kitap yazılmaz. Bir diğer bölüme geçmek için sağlam nokta koymak gerekli. Nokta bazen kurtuluş.