29 Ocak 2016 Cuma

Uzun Bir Aradan Sonra

En son ne zaman bloğumu güncelledim bilmiyorum ama geçen zaman içinde buraya geliş amacıma uygun şeyler oldu. Stajım, okulum, kurslarım, sertifika programları hepsi daha iyi bir gazeteci olmak için bir adımdı. Bu süre içinde de buraya ne haber girebildim ne de okuduğum kitapları.
Belki artık daha fazla bakarım buraya çünkü okulumda son dönemine girdi. 2016 yılının ilk güncellemesini de böylelikle yapmış oluyorum. Buraya, yazmaya başlayacağım tezim, okuduğum kitaplar hakkında güncel şeyleri aktarabilmeyi amaçlıyorum.Güncel haber girmeyi daha çok isterdim ama okul bize "Haber yapma, kendi alanın dışında ödev yap." diyor.

Yazın tam istediğim gibi Cumhuriyet Gazetesinde Kültür-Sanat biriminde stjamı yaptım. Okulda verilen akademik bilgiler iyi bir gazeteci olmak için asla yetmiyor. Hatta bu bölümü okuyacaklara kesinlikle İstanbul'da ya da Ankara'da okumalarını tavsiye ederim. Stajım ise çok güzel geçti. Orada bana emek veren, mesleğim hakkında bir şeyler öğreten herkese minnettarım.

İnsan, son sınıfta geleceği hakkında daha da korkuyor. Gazetecilik okuyan biri başka ne yapabilir diye sorulan soruların cevabı bankacılığa kadar uzanıyor. Ama yapmayın! En azından bir süre herkes mücadele etmeli, sevdiği işi yapmalı. Basının durumu bu dönemlerde her ne kadar kötüyse de her zaman bir umut vardır.
Mücadele ve umut için denemeye değer.

18 Haziran 2015 Perşembe

Bir Akdeniz Güzelliği Mersin



Haritanın güneyinde yer alan, her mevsim ayrı güzel Mersin’de tarihi ve turistik yerleri kadar, sıcaklığı yüzüne vurmuş insanlarına da mutlaka merhaba deyin.

Yolunuz Akdeniz’e düşerse gitmeniz gereken illerden biri kesinlikle Mersin’dir. Antalya’nın hemen yanı Adana’nın komşusu olan sıcaklığı ile meşhur, tantunisi ile de iştah açan bu kent denizi ve doğal güzellikler ile misafirlerini bekliyor.
Türkiye’nin en büyük liman kenti olan Mersin, ismini  Oğuz Türkmen beylerinden Mersin Bey’den almıştır. Bilinen en eski ismi ise tarih kitaplarından sıklıkla hatırladığımız Kilikya devletinden geliyor. Yaklaşık olarak bir buçuk milyondan fazla nüfusa sahip olan Mersin son zamanlarda Suriye’deki savaştan dolayı oldukça göç almış olsa da şehrin  genişliği tüm nüfusu içine almış gözüküyor.


Nisan’ın son haftasında ziyaret ettiğimiz Mersin’de hava denize girebilecek kadar sıcaktı. Oysaki aynı gün İstanbul ve birçok şehirde yağmur yağıyordu. Ulaşımın kolay olmasına rağmen ilçeler arasındaki mesafeler dikkatimizden kaçmadı fakat Mersin’in güzelliği bu ufak detayı göz ardı etti. Mersin’in merkezi ve marinası oldukça güzel. Her otobüs durağında ve şehrin çeşitli yerlerinde yer alan vitamin duraklarındaki meşrubatlar sıcaklardan bunalanlara bir çözüm önerisi getirmiş gibi.
Cennet-cehennem

Silifke - Narlıkuyu yakınlarında bulunan, doğal yollarla oluşmuş Cennet ve Cehennem mağaralarını görmeden Mersin’i gezdim diyemezsiniz ve tabi ki yine bu yol üzerinde bulunan Kız Kalesi’ni. Cennet ve Cehennem Mağaraları Kültür ve Turizm Bakanlığınca müze kapsamında olup ziyaretçilere açıktır.  Cennet ve Cehennem mağarasının hemen yakınlarındaki Astım Mağarasını da unutmak olmaz ama biz oraya gidemedik. Yolumuz Cennet ve Cehennem Mağaralarına düştü.

Cennet mağarasında merdivenlerin sonunda bizi Hellenistik dönemden kalma bir Zeus Tapınağı karşıladı. Merdivenli yolun ise bu dönemden kaldığı sanılmaktadır.. Cennet Mağarası ya da çöküğü yaklaşık 135 metre derinliğinde. Bu da bir çöküntü obruğu olup, Miyosen döneminde oluşmuş sığ denizel kireçtaşı katmanları içinde karstik süreçler sonucunda oluşmuştur. Mağaranın sonunda aslında görülmese de sesi duyulan bir yer altı akarsuyu vardır. Bu akarsuyun sebebi ise karstik süreçlerdir. Biz Cennet Mağarasının sonuna kadar gittik ve yaklaşık 450 merdiveni indik ardından çıktık. Cennet Mağarasına ulaşmak cennete ulaşmak gibi yorucu ve bir o kadar da eğlenceli oldu.

Cehennem Mağarası ise yaklaşık 110 m derinliğine sahiptir. Cennet Obruğu’nun oluşumuna yol açan bir karstik yer altı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir yer altı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesi süreci sonucunda oluşmuştur. Oldukça ürkütücü bir görüntüsü olan Cehennem mağarasına ulaşmak cennet kadar yorucu olmadı. En azından 450 merdiven inip çıkmadık.
Tantuni, künefe

Efsaneye göre bir zamanlar bölgede yaşayan kralın , çok sevdiği bir kızı varmış. Söylenceye göre bir falcı krala , kızının yılan sokarak öleceğini kehanetinde bulunmuş. Bunun üzerine Kral kızını koruyabilmek için denizin içinde bir kale yaptırmış. Aradan zaman geçmiş kız kalenin içinde büyümüş.  Fakat efsaneye göre prenses için getirilen meyve sepetinin içinden çıkan yılan onu sokarak öldürmüş. Bu efsaneden geriye Erdemli de bulunan manzarasıyla görenleri büyüleyen Kız Kalesi kaldı. Kız kalesine balıkçı tekneleriyle rahatlıkla ulaşabilirsiniz.
 
Bu kadar çok gezdikten sonra yemek için Mersin’de tantuni yemeden dönmek olmaz. İlk gün Yaprak Tantuni’den diğer gün ise Salih Usta’dan yedik. Hangisi daha güzeldi diye soracak olursanız ben buna hala karar veremedim. İki yerde de tantuniler harikaydı. Hayatımda yediğim en güzel künefeyi ise Has Künefe’den yedik. Kafanızı dinlemek, sessiz ama bir o kadar da güzel bir yer arıyorsanız Akdeniz’in  güzelliğinde Mersin'i keşfedin.

 

24 Mayıs 2015 Pazar

Halkın içinde imza günü


İstanbul Beşiktaş Çarşı’da 24 Mayıs Cumartesi günü şair ve yazar Tamer Dursun’un imza günü etkinliği düzenlendi. Halkın arasında gerçekleşen bu imza günü hakkında Dursun “Sanatın,yaşamın ve kültürün sokakta olması gerektiğine inanıyoruz. O yüzden halkımızla birlikte imza günü yapmak istedik şu ana kadar bu işi yaptığımız için çok mutluyuz” dedi.


Yedi kitap
Bu yıl içinde çıkardığı yedinci kitabı olan Hırpalanmış Duygular Müzesi adlı denemesiyle halkın ilgini çeken Dursun bu ilginden oldkça memnun olduğunu söyledi. Almanya’da yaşayan ve pedegog olarak çalışan Dursun, birçok tiyatro grubunda oyun yazar, yönetmen ve oyuncu olarak çalışarak sanat hayatına ismini yazdırdı.

İki Sanatçı Bir Sergi


Usta-çırak ilişkisini tuvallerine yansıtan ardından aynı sergide birleştiren Ali Atamaca ve Ayşen Karakaya’nın Dialoglar ismini verdiği sergi sanatseverleri bekliyor.

İki sanatçı Ali Atmaca ve Ayşen Karakaya, Bodrum’da Atmaca’nın kaleme aldığı roman üzerinden kurdukları dostluğu, atölyeye taşıdılar. Dialoglar ismini verdikleri sergide iki sanatçının ayrı ayrı resimlerinin yanı sıra aykırı üsluplarını tek bir tuvalde birleştirdikleri eserleri de yer alıyor.

Dialoglar adlı serginin basın metninde şu ifadeler yer alıyor: “Usta-çırak ilişkisi, sanatçıdan sanatçıya aktarılan bilgi, sanatın kendini çoğaltmasını, bakış açılarının yeniden düzenlenmesini getirir. Bir kuşağın temsilcisinden diğerine, sanatçıdan sanatçıya zarifçe aktarılan, farklı kimliklerin, akılların, ruhların bir araya gelişiyle şekillenen bu diyaloğun Galeri Teşvikiye’de bu sergiyle izleyicisiyle de kurulması bekleniyor” Sergi 6 Nisan- 31 Mayıs tarihleri arasında Galeri Teşvikiye’de meraklılarını bekliyor.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Sokaktaki Şiir


 

Gezi Direnişi’yle hayatımıza giren #şiirsokakta akımı Türkiye’de şiire olan ilgiye başka bir boyut getirdi. Şiir gökyüzünün, denizin ve aslında mavinin hakim olduğu her yerde karşımıza çıktı.

Sokakların köşe başında, telefon kulübelerinde, kaldırımlarda, reklam panolarının üstünde, gri duvarlara titrek ellerle yazılmış dörtlükler okur olduk. İstanbul’u kuşatan bu dörtlükler tüm ülkeyi kapladı. Turgut Uyar’ın Durma Göğe Bakalım’ı, Nilgün Marmara’nı “Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” dizeleri, Cemal Süreyya’nın Üvercinka’daki en güzel sözleri: “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız. Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun”  yollarımıza çıkar oldu.

Sosyal medyada şiirsokakta hastag’ı belki de son zamanların en önemli akımı oldu. İnsanlar yazdıkları dizeleri #şiirsokakta etiketiyle paylaştı ve bu paylaşım sonu gelmeyen, kısmen unutulan o güzel şiirleri hatırlattı bize.   

Instagramda #şiirsokaktaa hesabıyla paylaşımlarda bulunun Nuhat Elçioğlu ile #şiirsokakta’yı ve sosyal medyada sık sık yer alan şiirler üzerine konuştuk. Akımın başlangıcının 1 Haziran 2013 Gezi direnişi sırasında Fransız Konsolosluğu’nda yazan ‘Şiir sokaktadır’ yazısı olduğunu söyleyen Elçioğlu, akımın sahibinin kim olduğunu bilemediklerini, #şiirsokakta’yı 4 Eylül 2013’te başladığını iddia edenlerin belgelerini çürüttüklerini söyledi.

Nereden geldi şiir?

Şiir sokakta akımı, Haziran 2013 Gezi Direnişi sırasında “Defteri kapat şiir sokakta” dizeleriyle başladı ve bu dizeler akımın ilk hafızalara kazınan sözleri oldu. Ardından Facebook’daki İkinci Yeni sayfası 4 Eylül 2013’de bir manifesto yayınlayarak #şiirsokakta'yı düzene koydu ve sonra gerisi geldi. Şiir, sokak hayatımızın içine girdi.

Türkiye’de şiire olan ilginin azlığından dolayı bu akımın çok önemli olduğunu belirten Elçioğlu “Takipçilerimiz sokaklara yazdığı şiirleri bizlere gönderiyor bizde elimizde geldiğince paylaşmaya çalışıyoruz. Aylardır her gün büyük bir keyif içinde 7 saatimizi akım için harcıyoruz. Bir nevi akımla uyanıp, akımla uyuyoruz. Türkiye'de şiire olan ilgi çok az. Böyle bir akım ile şiire destek olan herkese teşekkür etmek isteriz. Hiçbir kesimi rahatsız etmeden sokaklara çıkıp şiir yazan yürekleri seviyoruz” dedi.

 
Defter yok sokak var

#şiirsokaktaaa sayfasının İnstagram’da 275 bin, Twitter’da ise 183 bin takipçisi bulunuyor. Takipçilerin beğeni sayısı çoğaldıkça yeni takipçiler ve yeni paylaşımlar yapılıyor. Şiirlerini paylaşma korkusu yaşayan çoğu genç şairlerin de bu akım ile korkuyu atlattığını ifade eden Elçioğlu “Sloganda olduğu gibi defteri kapattık, sokağa çıktık, şiiri sivilleştirdik” diyerek sözlerine devam ediyor: “Bazen şairlerin kendisine ait olmayan şiirlerinde paylaşılıyor açıkçası bu durumdan memnun değilim” Şiir sevgisinin onu bu işe sürdüğünü ve şiirden kopamadığı için #şiirsokakta’nın hayatında önemli yeri oluğunu söyleyen Elçioğlu aynı zamanda Twitter’da Ahmed Arif sayfasının da yöneticisi. Leylim Ley kitabında anlamıştık ki Arif’in o muhteşem dizelerin sahibi Leyla Erbil’den başkası değildi. Elçioğlu, Leylim Ley kitabı ile Arif’in tekrar hatırlandığını söyleyerek Twitter’daki Ahmed Arif sayfasını gelecek aydan itibaren Arif’in oğlu Filinta Önal ile birlikte yöneteceklerini sözlerine ekledi.

21 Mart 2015 Cumartesi

Iraklı Kadınların Anlatılmayan Öyküsü

İletişim yayınlarından 2009 yılında çıkan Iraklı Kadınların Anlatılmayan Öyküsü adlı kitap Irak'taki kadınların durumunu geniş bir tarihi perspektifle bize sunuyor. Yazar Nadja Sadig Al- Ali University of Exeter ve Arap-İslam Araştırmaları Enstitüsünde sosyal antropoloji dersi veren bir öğretim görevlisi. Kendi Iraklı kimliğini keşfetme sürecini de anlattığı kitabında 1948-2006 yılları arasında Irak'ta meydana gelen değişimleri kadınlar üzerinde ele alıyor.

Kitabının amacını  Al-Ali şu şekilde anlatıyor: "Iraklı kadınların yaşam öyküleriyle deneyimlerini temel alarak bir ya da birden çok alternatif tarih inşa etmeye çalışıyor" 1948'den başlayarak 2006 yılına kadar Irak'ta birçok hükümet değişti ve savaşlar yaşandı. Farklı kimliklerden ve dinden insanların bir arada yaşadığı Irak zamanla birlikte değişimler yaşarken bu değişimlerin kadınlar üzerinde nasıl etki yarattığı kitapta anlatılıyor. Bu çalışması için yazar 100'den fazla Iraklı kadınla konuşup bir kısmının hikayesine kitabında yer verdi. Tarih sahnesi devamlı değişirken kadınların yaşama azmi her durumda ne olursa olsun yeniden başladığı ve iktidarların kadınlar üzerindeki politikaları akıcı bir dille okuyucuya sunuluyor.

Kadınlar ne yapmalı?

Kadınların ne yapması gerektiği nasıl davranıp nasıl davranmaması gerektiğinin bile iktidarlar tarafından çizildiğine ve bunların yaşama nasıl adapte edildiğine kitaptaki yaşanmış hatıralar gözler önüne seriyor. Erkeklerin dahi egemen sistemde nasıl olması gerektiğinin belirlendiği bir sistemin zalimliği insanı tedirgin ediyor "Baas döneminde Iraklı erkeklerin çoğunluğunun bıyıklı olmaları, yalnızca yönetime sadakatin ya da sadık görünmenin simgesi değildi, Iraklı kadınlar da erilliği, gücü ve iyi görünümü bıyık ile özdeşleştirmeye başlamıştı"  
Özellikle Saddam döneminde yaşanan katliamlar, ölümler, kadınların iş yaşamından ev yaşamına geri gönderilişi hafızalardan unutulmaması gereken bir dönem. Benim geç fark ettiğim bu kitabı her gün bir kadının öldürüldüğü ülkemizde hepinizin okumasını tavsiye ederim.

15 Mart 2015 Pazar

Üniversite yanındaki köy: Kabaoğlu


28 haneli köy olan Kabaoğlu köyü halkı bakkal, sağlık ocağı, okul gibi temel ihtiyaçlardan yoksun. Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan köy sakinleri ise yaşamlarından memnun gözüküyor.
Kocaeli Üniversitesi’ne giderken üniversiteye varmadan önce ufak tefek köyler göze çarpıyor. Üniversitenin yakınındaki köylerden biri olan Kabaoğlu köyünü ziyaret etmek yola çıkıyoruz. Köyün girişinde karşılaştığımız Ali Kahraman, üniversite hastanesinde görevli bir işçi. Köylerinin tarihini anlatmasını istediğimizde Kahraman, büyüklerinden duyduklarını bize aktarıyor: “Burası eski bir Osmanlı köyü. 100-150 yıl önce bizler gelmeden önce burada Rumlar varmış. Onlar yakmışlar köyü öyle terk etmişler. Sonra bizim dedelerimiz gelmiş yerleşmiş. Bende burada doğdum büyüdüm”

İsimsiz dede

‘Köyü en güzel orada en çok yaşayan bilir’ diyerek Kabaoğlu köyünün en yaşlılarından biri olan 1937 doğumlu bir dede ile sohbet ediyoruz. Yabancılara karşı temkinli olan dede bize adını ve fotoğrafını vermek istemedi. “Önceden derlerdi Rumlar vardı burada. Ben bilmem belki benden büyükler yaşasaydı bilirdi. Ufak yer burası her yere ulaşım da kolay. Ya otobüse biner gidersin şehir merkezine ya da kendi traktörünle gidersin. Yaşamak kolay !” diyen dede durumundan memnun olduğunu söyleyerek konuşmasını bitirdi.

Kabaoğlu köyünde ilkokul yok. Taşımalı eğitim ile çocuklar okula gidip geliyor. İçme suyu şebekesi var ama kanalizasyon şebekesi yok.  Sağlık ocağı, market ya da bakkalında olmadığı köyde toplam 28 hane var.  Köy sakinlerinden İbrahim Azak ile konuşuyoruz. Azak’da diğer köy sakinleri gibi hayatından memnun. Tarımın azaldığını, Kocaeli Üniversitesi kampüsunun buraya taşındığından beri yönlerin açıldığını ve hareketlenmenin olduğunu söyleyen Azak, üniversitenin iş imkanlarını da arttırdığını belirtti.

Ekmek parası

55 yaşındaki manav Nejdet Kocaman ile geçim kaynakları hakkında bir dut ağacının altında sohbet ediyoruz.  Kocaman, artık seracılığın yaygın olduğunu söylüyor ve bunun nedenini yakınlarında açılan çöp fabrikasına bağlıyor. “Toprağa ektiğimiz zaman güneşte yanıyor ekinler. Önceden daha güzeldi.  Artık çöp fabrikasından dolayı ağaçlar bile büyümüyor. 10 yıl öncesindeki verimle şimdiki aynı değil” diyen Kocaman küçükbaş hayvancılığın köyde yaygın olduğunu ifade etti.

Kocaeli Üniversitesi Umuttepe yerleşkesi yolunda bahar ayı itibariyle meyve satan Kabaoğlu köyü sakini yaşlı teyze ve amcalar ile karşılaşılır. Köyden ayrılırken erik satan teyze ile karşılaşıyoruz. Günlük satışından memnun olan teyze bize de eriklerinden ikram edip yoluna devam ediyor. Bir üniversite yanında kurulu olan ama içinde ufak bir bakkalı bile olmayan Kabaoğlu köyüne eriklerimizi yiyerek veda ediyoruz.