6 Nisan 2019 Cumartesi

“Hiçliğin Ortasındaki Umut” Denis Mukwege

“Hiçliğin Ortasındaki Umut” Denis Mukwege

2018 Nobel Barış Ödülü’nü kazanlardan biri olan Denis Mukwege, binlerce tecavüz ve cinsel saldırı mağduru kadını iyileştirip, hayata tutunmasını sağladı.
“Coğrafya kaderdir” cümlesinin ne kadar ağır bir anlam taşıyacağını bilmeden 1 Mart 1955 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde dünyaya geldi Denis Mukwege. Adı“Mucize Doktor” olarak tanındı ve 2018 yılında Nobel Barış Ödülü’nün sahiplerinden biri oldu.
Doksanlardan itibaren Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki iç savaşta 5 senede 6 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Nedeni ise Kongo’nun çatışma mineralleri olarak bilinen koltan, kalay, volfran ve altının dünyadaki tedarikçisi olması. Bu dört maden işlenip bizlerin ihtiyacı olan eşyalara dönüşüyor: cep telefonu, bilgisayar, araba..  Böylece Afrika’nın verimli topraklarının içi, batı dünyasının yaşaması için kazınıyor.
Zalimlik
Savaşın olduğu topraklarda yaşamak, yaşamaya devam etmek herkes için zordur. Basılan köylerdeki insanlar şehirlere göç eder, orada bir hayat kurmaya çalışılır. Kongo’daki kadınların durumunu tek kelime ile ifade edilebilir: “Zalimlik”:  Zalimliğin karanlık gücü.
Madenlerin yakınında bulunan köyleri yağmalayan milisler silahın o korkunç gücünden yararlanır. Kadınlara ve çocuklara tecavüz edip, öldürür. Öldürülmeyen kadınlar ise ailesi ve eşleri tarafından terk edilir.
Ev Neresi?
Şimdi Kongo’da köyünde ailesi ile yaşayan bir kadın olduğunuzu hayal edin. Ormanda hayatın en güzel tarafını hissettiğin, şarkılar söylediğin bir hayattasın. Senin olmayan bir savaşta bir gün köyünden, evinden oluyorsun.  Tecavüze uğruyorsun. Yetmiyormuş gibi birçok işkenceye maruz kalıyorsun. Gözlerinin önünde sevdiklerini öldürüyorlar. İnsanın sevdikleri yanında olunca her yer evdir aslında ama sevdiklerin de öldürülüyor ve kalanlar da seni terk ediyorsa ev neresi olur senin için?
Denis Mukwege tam olarak bu noktayı “Hiçliğin ortası” diyerek tanımlıyor. “1990’ların sonunda kadınlarla çalışmaya başladığımda onlarla görüşme yapardım. Bunu bir hikaye olarak dinlediğinizde katlanılabilir geliyor. Ancak neler olduğunu ve yaralarını gösterdiklerinde kendimi kaybetme noktasına geldim.” diyor Denis, o kadınlarla karşılaşınca. Zalimliğin en karanlık noktasında hastaları ona O da hastalarına tutunur çünkü hayat yerden düşeni kaldırıp beraber yürüyebildiğin zaman güzeldir.
Dr. Denis, 1999 yılında savaşın çıkmasının ardından ülkenin doğusunda Bukavu kentinde Panzi Hastanesini kurar. Hastanede ilk tedavi gören cinsel şiddet mağduru bir kadın olur. Denis zamanla tecavüzün savaşta bir silah olarak kullanıldığına tanık olur.
Mutluluk Şehri
Dr.Dens, kadın hakları aktivisti Christine Schuler-Deschryver ve radikal feminist Eve Ensler ile cinsel şiddet mağduru kadınlar için bir merkez kurar. İsmi “City of Joy” olur. Yani Mutluluk Şehri. Acıyı umuda dönüştürme merkezi. Burada kadınlara kendilerini ifade edebilmeyi, savunmayı, kendi vücutları hakkında bilmedikleri öğretilir.
6 aylık eğitim programı ile kadınların ayaklarının üzerine sıkı bir şekilde basması amaçlanır. En çok da sevmek; yeniden, kendini, hayatı sevmek üzerine konuşmalar yapılır ve bir de yaşadıklarını yüksek sesle anlatırlar. Anlatırlar çünkü acıların güce dönüşmesi için en çok söze ihtiyaç duyulur. Sözlerin yaşadıklarına güç verebileceği fikrine bağlanırlar. Christine Schuler-Deschryver bu konuda hakkında ”Buradaki kadınlar birbirlerine acılarını anlatıyor. Çünkü anlatmak acılara biraz da olsa iyi geliyor” diyor.
Mutluluk Şehri’nin ilk mezunlarından Jane tecavüz mağduru Kongo’lu bir kadın. Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide acılı bir şekilde bekleyip yaşamı seçenlerden. Mutluluk Şehri’ne ilk geldiği zamanlar hakkında “Hala umursayan insanlar var” diyerek Dr. Denis ve ekibinin kadınlara nasıl umut olduğunu anlatıyor.
Denis, kurucularından olduğu bu merkez ile zalimliğe karşı en büyük direnişin birlikte göğüs germek olduğuna inanır çünkü “Bu kadınlar bu kadar güçlüyse ben de onlarla birlikte savaşmalıydım. Bu kadar!” der bir röportajında.
Koruyan Kadınlar
Yıl 2012 olur ve Denis tüm bu sorunları Birleşmiş Milletler’in bir toplantısında anlatır. Adaletin herkes için gerekli olduğunu ifade eder ve ekler “Adaleti tartışılabilecek bir konu değildir.” Bu konuşmasının ardından evine döndüğünde kızı ve eşi rehin alınır. Kendisine silahlı saldırı düzenlenir.
Bu olayı yaralanarak atlatsa da Denis, doğduğu toprakların tehlikesi ailesini korkutur. Yurt dışına gitmek zorunda kalır ama umut olduğu kadınlar doktorlarının geri dönmesini ister. Yaralı bir kuş gibi merkezde tedavi olan kadınlar kanatlarını takıp “Biz seni koruyabiliriz” derler Denis’e ve dönüş bileti ücretini karşılamak için domateslerini, ananaslarını satarlar. Umudun şekil bulmuş hali olan bu kadınlara karşı koyamaz Dr. Denis ve ülkesine geri döner. Binlerce kadın, doktorlarını otobüsler kiralayarak karşılamaya gider.
İnsanın zalimliğinin sınırının olmadığı bir dönemde yaralı binlerce kadını iyileştirip hayata tutunmasını sağlayan Deniz Mukwege’nin adını tüm dünya umudun yanına koydu. Adı kocaman kalın harflerle umudun ardından geliyor.

*Bu yazı Netflix’in Mutluluk Şehri isimli belgeselinden yararlanılarak yazılmıştır.

Bu yazıma www.kulturoloji.com'dan da ulaşabilirsiniz.

23 Mart 2019 Cumartesi

Bir Devrin Hikayesi: Devir

Unutulmayacak olanlar kalır… Ya hatırlamayacaklarımız?”
Türkiye’nin belleğine kazınmış bir tarihtir 12 Eylül 1980. Hep büyük büyük cümlelerle anlatılır o dönem. Sanki siyah beyaz film gibidir tüm anlatılanlar herkes çok solcu veyahut çok sağcıdır ve politika herkesin en asli görevidir. “Hayır! Öyle değil”diyor aslında Devir bizlere. O devrin çocukları da vardı; darbeden,solculuktan, sağcılıktan anlamayan Ali ve Ayşe gibi oyun oynayan çocuklar,şarkılar, eşyalar, şiirler…
“Kelebekler Meclise”
Yazmanın insana iyi gelen tarafı Devir’de kendini çok iyi hissettiriyor. Kendinizde iyi olacak, iyiye inanacak bir güç buluyorsunuz. Bu güç çocukların saf masumiyetinden geliyor, romanın kahramanları olan sekiz yaşındaki Ali ve Ayşe’den.
1980 darbesini iki çocuk gözüyle anlatan Ece Temelkuran’ın Devir’deki başarısı da çocukların o saf sadeliği kadar etkileyici. 1980 Mayıs’ında başlayan hikaye darbeden sonra sonlanır. Bu süreçte okuyucu iki çocuğun kuğuları kurtarma macerasına tanık olur.Kuğuları kurtarınca Hüseyin Ağabeyi ve Birgül Ablayı da kurtaracaklarına inanan, insanın içini umut dolduran çocuklar Ali ve Ayşe. Meclis’e kelebekler girebilirse herkesin mutlu olacağına inanacak kadar temiz dünyaları var.

Devrin Haritası
Roman bir devri sosyal, kültürel ve politik olarak bütün bir şekilde ele alıyor. Şarkılar,dönemin magazinsel olayları, romandaki nesneler de okurken size eşik ediyor. Temelkuran,bir devrin haritasını çıkarmış bu romanda.
Yaşadıklarımız değil de onların kaydı bir yerde tutuluyordur nasılsa ama hatırlamayacaklarımızın kaydı… Unutulmayacak olanlar kalacak da bir de hatırlamayacaklarımız var.”
Devir’i okurken 1980 yılı çok tanıdık geliyor. O delirmişlikle bütünleşmiş siyasi tutumu bir yerlerden hatırlıyorsun. O delilik esnasında sıradan hayatlarımızdaki detaylar beliriveriyor. Kendi çocukluğunu düşünüyorsun. Unuttuğun bir köşede kalmış çakmakla bütünleşiyor anılar bazen, bazen de bir koku ile anımsıyorsun çocukluğunu. Romanın sonralarına doğru büyümüş senden, çocuk seni selamlıyorsun.
“Ben onun elini hiç bırakmam artık. Çünkü ağlayınca sesi hiç çıkmadı”
Bu cümleden sonra kısa bir süre romanı bıraktım. Elimizin ne kadar çok bırakıldığını hatırladım. Yapayalnız kalıp ne kadar çok ağladığımızı. O kadar ağlamanın ardından gelen susmaları. Susanlara ne kadar bağrıldığını düşündüm.
Devir aldıklarımızdan sonra biz ne devredeceğiz? Devir’in ana sorusu da bu aslında.Romanın geçtiği Ankara Kuğulu Park’ta kanatları alınan ve uçamayan kuğuların varlığı o dönemin gençliği ile de benzerlik taşıyor. Kanatları kırılan bir neslin çocukları Devir’de kendine yer edinmiş. Kuğuların kanatlarını alıp uçmayı unutturmak isteyen zalimlere inat Ali ve Ayşe’nin kuğuları kurtarma çabası yavaş yavaş anlatılıyor.
Korkmamak, Uçmak
Ali ve Ayşe kuğuları kurtarmak isterken diyorsun ki belki bizde ele ele tutuşursak Ali’nin Ayşe’nin elini tutması gibi… Bizde el ele verirsek kuğuları da, çocukları da kurtarabiliriz.
İnsanca yaşamak için, Aliler ve Ayşeler rahat oyun oynasın diye yeşil parklarda, Aliler şokellalı ekmek yesin diye, Hüseyin Abi ile Birgül Abla inandıkları hayatı yaşayabilsin diye, Ali’nin annesi de tiyatroya gitsin diye, kuğuların kanatları kırılmasın uçsunlar diye el ele vermeliyiz. Belki o zaman bizler de birbirimizin elimizi hiç bırakmayız, korkmayız. Korkmadığımız için ağlamayız. Ağlamadığımız için konuşabiliriz. Konuşabildiğimiz için devir edebiliriz kanatlanıp uçmayı ve uçarken yaşamayı.
Bu yazıma www.kulturoloji.com'dan da ulaşabilirsiniz.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Noktalar mı Virgüller mi?

Tüm seslerin kısıldığı bir dönem geçirdim. Dedim ki artık devam edemiyorum. Elimden, inandığım her şey ama her şey alınmıştı. Bastığım yer bile bana ait değildi. Beni mutlu eden tek şey ailem ve dostlarımdı. Zaten düştüğün zaman kiminle kalkıyorsan onlarla aynı yolda yürümeye devam ediyorsun. Bu sefer içte bir şey vardı nedenini çözemediğim.

Haksızlıklara asla göz yuman biri olmadım. Bulunduğum yerdeki adaletsizlikler beni hayatın kuralları konusunda çok düşündürdü. Biliyordum ben ilk değildim ve son da olmayacaktım. İnsanın adaletsizlikler karşısında kırılması da garip aslında. Kimi yüksek sesle hayır diyor bu durumlarda kimi benim gibi çekip gidiyor. Hem hayallerim de vardı benim. İnandığım harfler ve onlarla anlatacağım çılgın hikayelerim.

2019 - 2018

Bu yazı 2018'e ait buraya koyacağım muhtemelen ilk ve son yazı olacaktır. 2019'a hala nasıl umutlu bakabildiğimi anlatacağım. Umudun nasıl insanı koruduğuna dair şeyler söyleyeceğim beni okuyan herkese. İnancın bittiği yerde nasıl yeniden nasıl doğulur anlatmak istiyorum.

İşimden istifa ettikten sonra sandım ki sonsuz mutluluk beni bekliyor. Kişisel sorunlarımı bir kenara bıraktığımda sadece yapmak istediklerime odaklanıp yapacağıma aşırı inanıyordum. Bazen kör kütük inanmak insana kötü olaylar da yaşatabiliyormuş. Hiç beklemediğim bir yerden iş teklifi almıştım belki birkaç yıl sonra geleceğim noktaya hemen gelmiştim. Ajans hayatından kurumsal hayata, iyi bir imzayla merhaba derken sonra birden bir şey oldu. Yapamadım! Gerçekten nasıl yapacağımı bilemediğim sorunlar gerçekleşti. Ne bir yol gösteren ne de başka bir şey! Vazgeçtim. Yapamıyordum, biliyordum.

İşsizlik

İsteyerek bıraktım. İşsiz kaldım. Sonra tekrar iş buldum. Ajans hayatına bu sefer başka bir yerde devam edecektim. İstedikleri olmayan bir Gizem olarak devam ederken içimde düştüğüm yere sıkı sıkı tutunan birinin olduğunun fark ettim. Bir yerden çıkmak isteyen ama çıkmak için çabalamayan, geçmişini geleceği ile beraber yaşayan biri vardı bende.

Nil Karaibrahimgil'in bir yazısında geçiyordu "Ne yapmayı sevdiğini bul ve sonra o sevdiğin şeyi yapabiliyor musun ona bak. Yapamıyorsan, boşuna enerjini tüketme, yapabilenler yapsın. Yapıyorsan, dünyanın en şanslı insanlarından birisin, dilini ısır, kimseye söyleme. 
Sevdiğin insanlar bul. İşlerini onlarla yapmanın yollarına bak. Hayat ‘yap et çalış başar’la geçiyor ve bu maraton çok sevdiklerinle geçerse, iş yapmamış, sürekli aşk yapmış olursun."

Bu konu üzerinde sayısız kere düşünüp tembelliğin insanı nasıl uyuşturduğunu uzun bir zaman sonra yazdıklarımın hiçbir şeye benzemediği an anladım. O kadar uzun bir süre hiçbir şey yapmadan ya da yaptığını sanarak zaman geçirmişimki geçen zaman en sevdiğim şeyi almak için yanıma yaklaşmış. "Eğer yapamıyorsan başkasının olur" der gibiydi tüm kelimeler.

Zıtlıklıklar

Bir gün bir mail aldım. İlk defa yazdığım bir içeriğe karşılık almıştım. Küçük dönemsel bir iş. Silkelenmemi sağlayan en önemli gelişme buydu. Yazdıklarımı sonunda fark eden biri vardı. Demek ki birileri okuyordu beni. Sonra bir iki yere daha yazdım. Yazdıkça iyileşip bir şekilde o büyünün beni sarıp sarmaladığını hissettim. Geçen günlerde bir yerde adımı gördüm. Gazetede staj yaptığım dönemlerden sonra bu hissi özlediğimi fark ettim. Yazmak, okumak, üretmek, devamlı düşünmek...

Yaşın ilerleyince bir de seni sen yapan özeliklerin oturuyor. Ben uzun bir süre ortak, benzer şeyler düşünen insanların iyi anlaşacağını düşünürdüm. Son günlerde bunun ne kadar insanı daraltan bir durum olduğunu anladım. Neden bilmiyorum sonlara doğru bunu da yazmak istedim. Bazen zıtlıklar hayatın en güzel rengi oluyor. Fark edince biraz geç kalıyor, uzaktan bakıyorsun. Zıtlıklar güzel. Korkmamak gerek. Benzerlikler tutunmamızı sağlarken, zıtlıklarda görebilmemizi sağlıyor bütünü.

"Blog mu?"

Şimdi ne yapıyorum değil mi? Yeni bir şeyler üretmek için ne yazsam diye düşünüyordum. Geçen günlerde birisi bana "Blog yazılarınız size aitse?" diye başlayan bir cümle kullandı. Bir kere de yine kendimi anlatmak isterken biri "Blog yazmayla olmaz" demişti. Burayı güncellemediğimi farkettim sayelerinde. 2019'da daha çok yazacağımı biliyorum.

Genel olarak aslında yazdığımı ve bunu çok sevdiğimi bir gün mutlaka yazarak, üreterek hayatımı kazanacağımı anlatıyorum. Buraya da yazıyorum çünkü yazmanın böyle büyülü bir tarafı var. Uzun zaman hiçbir şey yapmadan durup bekledim ve beklemenin harfleri eksiltmekten başka bir işe yaramadığını anladım.

Karanlık Çağ

Nokta koyduğumu sandığım hikayemde noktayı yeniden ve daha büyük bir inançla sayısız kere kullanacağımı biliyorum. Erdem Bayazıt'ın dediği gibi "Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu." Kayıp bir çağda sesimi bulmak istiyorum sadece.

Yazıyorum ve inanıyorum. Bir gün mutlaka...




19 Kasım 2017 Pazar

Söylesene Martin Noktalar İşe Yarar mı?

Jack London'un en önemli eserlerinden biri olan Martin Eden hayatımın en önemli kararında yanı başımdaydı. Beyaz yakalı hayatından bunalmış ne yapacağımı bilemez vaziyette geçen günlerimin sonu gelmiyordu. Ahmed Arif hasretinten prangaları eskitirken ben de bir yerde yaşamımdaki prangalarla boğuşuyordum. Bu böyle gitmez diye diye serzenişlerimin bile sonu geldi ama o mutlak boğucu hayatın sonu gelmedi. Yazmak yazarak hayat geçindirme derdindeyken geldiğim noktayı buralara günlerce yazsam bitecek gibi değildi.

Bu yazı aslında 2017'nin benim için nasıl geçtiğinin yazısıdır. Yarım bıraktığım her şey bir şekilde bu yıl tekrar karşıma çıktı. Bir yerde yarım bıraktığım ne varsa insanlar, kitaplar, filmler hepsi tek tek karşıma geçip "Beni nasıl unuttun?" dedi. Haklılardı. Yarım bırakmak nasılmış biliyor musunuz? Yırttığın ve kullanmadığın bir sayfada artık yazacak yer kalmadığı için o yırtılmış sayfaya bakıp iç geçirmek. Yarım saniyede içten geçen bunu niye yırttım hissi.

Sonra günler o kadar çok geçmiş ki tam bir yılımı bir işe harcadığım için ödülüm olan on günlük tatile gittim. Kalıcı ve yerinde karar vermem için Türkiye'nin bir ucuna gidip doğayla karşıklıklı bakışmamız gerekiyormuş. Hayatın döngüsünde aslında bir hiç olduğunu hatırlaman, zamanın senin sandığın kadar geçmediğini ya da geçtiğini bunun gibi şeylerle dolman. Hayatla ilgili önemli  düşüncelerle oturup konuşmak gerekiyormuş.

Bu sırada hayallerini benim gibi hatırlayan ve harekete geçen biri daha vardı hayatımda. Martin Eden! Gemilerde çalışan hayatını denizlere ve dalgaların gelişine göre hareket ettiren Martin. Sonra ona da bir şeyler oldu. Adı Ruth olan aristokrat bir aileden gelen üniversiteli bir kız girdi hayatına ve o zaman bir hayale tutundu. Onun hayali hayatının sonunu hazırladı. Asıl mesele benim için hayallerine giden yoldan asla vazgeçmemesi oldu. Belki bir roman karakteriydi Martin ama o vazgeçmeyişindeki inatta bir zamanlar olduğum insanı hatırladım. İnsan nasıl vazgeçerdi? Nasıl yarım bırakıp hiç olmamış gibi devam edebilirdi ki hayata?

Yıllar önce eski bir arkadaşımın yazdığı bir not aklıma geldi tüm bunlar olurken. O zamanlar 16 yaşındayken çok etkilenmiştim. Tıpkı 22 yaşında ilk istifa kararı aldığım zaman tekrar o cümleyi okurken etkilendiğim gibi.

"Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken, bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder insan, sadece; riski göze alabilen özgürdür."

Tüm riskleri göze alarak istediğim şeyleri yapmak için yaptığım işe bir nokta koydum. Daha güçlü bir cümleye başlamak için kuvvetli bir nokta aciz bir virgülden daha iyidir. Bitirilmeyen sonu gelmeyen her serzeniş, her söylenme bir virgül. Virgüllerle bir kitap yazılmaz. Bir diğer bölüme geçmek için sağlam nokta koymak gerekli. Nokta bazen kurtuluş.




24 Haziran 2017 Cumartesi

Hayatı Yol Olan Kadınlar

Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Kadıköy Kitap Fuarı'nda ben de vardım! İnsanın içini mutlulukla dolduran, denizin mavisiyle umut veren, tarihiyle geçmişe götüren Kadıköy'de geçmiş ve geleceğin harflere dökülmüş hali olan canım kitaplar vardı.Bir sürü harfler bir sürü cümleler, bir sürü kelimeler.Bir sürü hikaye vardı orada.

Bu sefer kitaptan çok dergi aldım. Birkaç yere gidince ya okuduklarından kesiyor insan ya da gittiklerinden. Bilim ve Gelecek dergisinin eski bir kaç sayısını Thomas More'un Utopyasını ve Fred Uhlman'ın Kavuşmak adlı kitabını aldım. Açıkçası Bilim ve Gelecek dergisini sadece duymuş, okumamış biri olarak büyük bir eksikliğimi kapatmış oldum. Bilime dair geleceğe dair o kadar güzel yazılar, makaleleri okudum ki yeni sayılarını düzenli bir şekilde almayı düşünüyorum

Bugün beni bu yazıyı yazmaya iten ilk sebep Bilim ve Gelecek Eylül 2015 sayısına ait  Kadın Gezginler-Atlasta Dişi Ayak İzleri dosyası. Bu yazılarda çok güzel kadınlar tanıdım. Hepsini birazdan anlatacağım. İstiyorum ki onlar evrende daha çok yazılsın. Daha çok konuşulsun. Bizim böyle kadınlara ihtiyacımız var. Gerektiğinde ya da gerekmediğinde sadece kendi için dünyayı karşısına, dünyayı yanına alıp gidecek kadınlar evrenimizin umudu olacak. Onlara bakıp "işte yapabiliriz" diyebiliriz belki. Diyebilmeliyiz.

İkinci sebep ise  "Sıradan bir insanın, her şeyi yapabilme yetisine sahip olduğunu düşünmek istiyorum" deyip dört deve ve bir köpekle 1977'de 3200 kilometrelik çölü aşıp Avustalya'nın batı sahillerine giden Robyn Davidson'un hayatını konu alan Çöldeki İzler filmini izlemem oldu. Hayatın anlamsızlığı karşısında yaşıtlarının bitmek bilmez isteklerinden bıkıp dünyada anlam aramaya çıkan bu çılgın kadının hayatı ile bu aralar okuduğum diğer kadınlar aynı yerde yazmak istedim. Kaderleri yol olan insanları bir arada tutmak istedim. Onları bir arada görünce başarabilmeye olan inancımız artsın istedim. 

Dünyanın çevresini dolaşan ilk kadın: Jean Baret

Yıl 1699. Fransız hükümeti bir grup doğa bilimciyi dünyanın çevresinde keşif yolculuğu yapması için görevlendirir.O dönem kadınların böyle bir yolculuk yapması yasak olduğu için Jean Baret, denizci Bougainulle'nin uşağı olarak erkek kılığında yolculuğa dahil olur. Bir buçuk yıl sonra Baret'ın kadın olmadığı anlaşılır ama sefer çok ilerlemiştir. Baret cezalandırılmak yerine 1795 yılında Krailiyet Donanması tarafından 200 livrelik emekli maaşı bağlanır.

Kraliyet Coğrafya Topluluğu'nun İlk Kadın Üyesi: İsabella Bird

19.yüzyıla damgasına vuran bir kadındır İsabella Bird. Gezdiği yerlerin ardından kitaplar yazarak gezginlere önemli bir kaynak olmuştur. Kendinden önceki bütün üyeleri erkek olan İngiliz Kraliyet Coğrafya Topluluğu'na seçilmiştir Bird'un 1890 yılında yolu Bitlis'e de düşmüş ve kitabında Bitlis'in etnik nüfusu bu nüfusun birbiriyle etkileşimlerini aktarmıştır.

Batı Afrika'da Üç Kadın: Alexandrine Tinne, annesi Henriette ve teyzesi Adriana

Alexandirine 22 yaşındayken annesi ile birlikte Nil bölgesine doğru yola çıkar. Sudan gezisinde yola teyze Adriana'da katılır. Batı Afrika'ya dair önemli bilgiler edinen ekibin başına şanssızlıklar gelir. Sivrisinek saldırıları, şiddetli yağmur ve fırtınalar anne Henriette'yi çok etkiler. Henriette'nin o dönem kaleme aldığı bilgiler, çizimler literatüre 24 yeni bilgi  kazandırır. Yolda annesini ve teyzesin kaybeden Alexandrine eve dönmemeye yemin eder ve gezilerini sürdürür. 

Phileas Fogg'ın rekorunu kıran kadın: Nellie Bly

80 günde dünyanın çevresini dolaşan Jules Verne'in Phileas Fogg karakterinin rekoru kırıp yolda Jules Verne ile tanışan bir kadın Nellie Bly. Yoksul işçi kadınlarının haberleriyle adını duyuran Bly hayatı boyunca yoksul ve ezilenlerin tarafında durur. 72 gün, 6 saat 11 dakikada dünyanın çevresini dolaşır.  Hayatı boyunca yazar ve gezer.

Annie Edson Taylor: Niegara Şelalesi'nden varille atlayan ilk kadın

Eşinin Amerika İç Savaşında ölmesi ile parasız kalan Taylor daha önce kimsenin yapamadığı bir şey yaparak şöhret ve ün elde etmek ister. Bunun için aklına Niegara Şelalesinden varille atlama fikri gelir çünkü bunu daha önce yapan kimse olmamıştır. İlk defa bu atlayışı gerçekleştiren kadın olur Taylor ama istediği ünü ve şöhreti elde edemez. 

Kadınların Oy Hakkı İçin Dağların Zirvesinde: Fanny Bullock Workman

Eşi William Hunter Workman ile birlikte uzun geziler ve tırmanışlar gerçekleştiren Fanny kadınlara oy hakkın tanınması için 1913'de Himalayalar'da "Kadınlara Oy Hakkı" yazılı gazete sayfasını elinde tutarken fotoğraf vermiştir. Ayrıca Funny, bir dağcı olarak 1906 yılında o güne kadar bir kadının ulaştığı en yüksek noktaya 23.300 fite tırmanmıştır. Rekoru 1934'e kadar kırılamaz.

45 yaşında yola koyulan kadın: İda Laura Preiffer

Eşinin vefatının ardından kalan mirası ile dünyaya açılan İda, tek başına 22 Mart 1842'de 45 yaşında Viyana'dan İstanbul'a gitmek için Tuna Nehri'ne yelken açar. Rio'dan Afrikaya'ya, Rusya'ya kadar pek çok yere gidern İda, Sumatra'da hiç bir Avrupalıyı daha önce kabul etmeyen yamyam Batak halkı ile zaman geçirir. Kadın olduğu için Londra Coğrafya Topluluğu'na üye olamayan İda dünyanın etrafını iki kere dolaşır ve o zamanlar Avrupa'da yanlış bilinen coğrafi bilgilerin düzelmesine yardımcı olur.


12 Nisan 2017 Çarşamba

Baharlık Erzak Alışverişi

Sizlere bu yazımda hayatımda ilk defa yaptığım internet alışverişinden bahsedeceğim. Kitaplarımı gidip kitapçıdan dokunarak, kitapların kokusunu içime çekerek alırdım ama bu sefer bir değişikliğe gitmek zorunda kaldım.

Ülkemizde kitap okuma oranlarının hali ortada. Bunu hemen "aman vatandaş okumuyor, cahil" diye bağlamayı yanlış buluyorum çünkü vatandaşın okuyamamasının bir nedeni de kitapların pahalılığı. Kitapların neden pahalı olduğuna dair eminim herkesin bir fikri vardır. Bu fikirler değilde olan şey beni daha çok ilgilendiriyor: Kitap ücretleri.

Aldım elime listeyi bu yıl okumak istediğim kitapları yazdım. Bunları yazdıktan sonra karşıma İdefix'in bahar kampanyası çıktı. Evren işte bir şekilde yazdıklarını, konuştuklarını, düşündüklerini karşına çıkarıyor. İşten dolayı okuma oranımı düşündüm ve haziran ayına kadar okuyacaklarımı yazdım.

İdefix'in bazı yayınevlerinde yüzde yetmiş beşe varan indirimi mevcut. 3 yıl boyunca Kocaeli Kitap Fuarına giden biri olarak internetteki fiyatları çok uygun buldum. İşte bunlar da baharlık erzakım. 

Bu yıl klasik edebiyata döneceğim bir yıl olacak. Klasiklerin o yüzyıllar geçse de geçmeyen büyüsüne kapıldım. İdefix 2 gün içinde sorunsuz bir şekilde kargoyu elime ulaştırdı. Bahar indirimi bitmeden buralara da not bırakmak istedim. Belki sizde bir değişikliğe gitmek istersiniz?

16 Mart 2017 Perşembe

Deliler Dünyasındaki Çöp

Deliler dünyası... Tarih bizleri yazmaya başlarsa giriş cümlesi böyle bir şey olacak. Delilerin hüküm sürdüğü, her yerin çöp olduğu temiz kalan yerlerin giderek yok olduğu bir dünya.


Zaman biz çocukken akıp geçti. Akıp geçen yıllara dair duyduklarımız çok acıydı. Sandık ki geride kaldı o günler. Kötü günler geride kalır çünkü. Çoğunlukla ilk hayat deneyimimiz böyledir. Birden bir şey oldu hepimize. Acayip siyaset konuşur olduk mesela. Direndik ve direndikçe birleşeceğimize inandık. Kalabalık olduk. Kalabalıkta bağırdık. Bağırdıkça yakınlaştık. "Tüm dünya karşı çıksa da biz birlikte olursak belki yeneriz" dedik. Eğlenebiliriz çocukluğumuzdaki gibi. Delirmeyiz hepimiz çok. Sabahlara kadar dans ederiz belki. Dans ederken akşamlara kadar güleriz. Gülerek dans ederiz. Gülmekten ağrır karnımız.

Öldük. Direnmenin en kötü yanı eksilmek oldu. Adını bilmediğimiz, sonradan öğrendiğimiz isimleri tek tek uğurladık. Bir fotoğraf taşıdık önce. İlk fotoğraflar siyah beyazdı. Sonra kim gelip tuttuysa o fotoğrafı o da fotoğraf oldu. Koca koca harflerle taşıdık yine fotoğrafları: "Unutulmayacaksınız" yazdık.  Dans edip, şarkı söylemek isterken adım adım delirmenin eşiğine gidildiği bir dönemde en yakınlarımıza sarılır olduk. Çünkü kalabalıkta öğrenilen ilk kuraldır: En yakınındakine sıkı sıkı sarıl ki bir dağılma anında tek başına kalma.

Geçen haberleri açtım. Yine seçimler yine birbirine müthiş kızan adamlar ve kadınlar. O kadar kızarak konuşuyorlar ki kıpkırmızı olmuşlar. Anayasa diyor sonra terbiyesiz diye ekliyor. Anayasa ve terbiyeli olup olmama hali aynı cümlede geçecek kadar mı kaybolduk dünyada? Yaptığımız tercihlerin bizden sonraki kuşakların belası ya da kurtarıcısı olma fikri çok korkunç. Konuşamayan insanların yaptıkları tercih, yazdıkları yazılar hepsi ama hepsi çöp gibi. Karışık ve pis kokan bir çöpten ne bekliyoruz? Biz çöpe ne ara benzedik?

Yitip gidenler daha şanslı geliyor artık bana. Bir çöpte değiller en azından. Çöpü temizlemek istesek o kadar az kişi kaldık ki temizleyemiyoruz. Temizlediğimiz yere diğer çöpler geliyor. Emekle temizlenen yerler yine çöp oluyor. Dünya, delirmiş koca bir çöp. En kötüsü de o çöpten başka gidecek yer yok. Ya hep birlikte ya da yalnız kalacağız. Bir gün biz delirmeden kalırsak, eksilmezsek daha fazla temiz kalan yerler çoğalır diyorum. Temizlik çöpü yener. Herkes ferah bir nefes alır. Temiz, çöpsüz kocaman bir dünya. Umudu bile güzel.