28 Temmuz 2016 Perşembe

Kadraj Anından

Her şeyin şu andan daha güzel olduğunu düşünüyorken bu fotoğraf çıktı karşıma. Belki de bazıları için zaman geçmişte daha kötü ve yalnızdı. Kadrajıma konuk olan amcacım, umarım şimdinin güzelliğine ve kalabalıklığına sarılmışsındır.

24 Temmuz 2016 Pazar

Karpuz Yiyen Ölümlülere

Dışarıda o kadar kötü şeyler oluyor ki... Türkiye'nin, bizlerin yaşadığı değişimler sokaklarda görülür bir haldeyken ne yapacağımı ve ne düşüneceğimi kestiremediğim bir dönemde Çetin, Ender ve Nihal bana bir nefes oldu.



Çok eski iki arkadaş olan Çetin ve Ender'in arkadaşlarının kardeşi olan Nihal'e aşık olmasıyla başlar Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Kitap, aşık olma, yaşam ve hayat üzerine derin tespitler barındırıken Barış Bıçakçı'nın Ankara'sına da şahit oluyoruz. Bu romanı okurken Ender ve Çetin'in Nihal'e olan aşkının altında yatan masumiyeti, çocukluğu ve büyük çaresizliklerini bir film izler gibi izledim. Okuduğum en yalın  romanlardan biri kesinlikle Bizim Büyük Çaresizliğimiz oldu.


"Benim aklım hep o günlerdeydi. Ne olmuştu o günlere? Yaşanan şeylere ne olur Çetin, nerede durur? Hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. Tozlu tavan arasında girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek falan diyorum, beni kesmiyor. Geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? Başka bir eylem yok mu, olamaz mı?"

Ender'in hatırlamak üzerinde düşünceleri insanı ister istemez geçmişe götürüyor.  Önünden bile geçmek istemeyeceği anılarla yaşarken buluyorsun kendini. 2 yıl sonra anlatmış Ender tüm olanları. 2 yıl önce sevgili okuyucu siz neredeydiniz? Bizler neredeydik?  Sahiden Çetin, yaşanan şeylere ne olur? Hatırlayınca ne olur anılarımıza? Bir gün kayıp mı olur yoksa hep bizimle kalır mı? 

Sonsuzluk... Biz ölümlülerin dünyasında hep bir sonsuz olma hayali yatar. Kimileri sonsuz olmak için yazar. Kimleri müzik besteler. Kimileri resim yapar. Kimileri hayır işlerine adar kendini. Çocuklara yardım eder yetiştirdiği çocuk ondan sonra da adını ansın diye. Kimileri ağaç diker o ağaç ondan sonra onun bir eseri olarak kalsın diye. Kimileri ibadet yapar bir başka dünyada sonsuz mutlu olmak için... "Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana, ölecekmiş gibi oluyorum" diyerek Ender'in de aslında ne kadar ölümlü olmaktan korktuğuna tanık oluyoruz. Çok acı aslında hayatımızın bir gün bitecek olması. Bu bitişi bilerek yaşamamız ise büyük bir cesaret örneğidir.


Keşke diyorum tüm dünya insanları ölümlü olduğunu bilerek yaşasa.  Belki de her şeyden geri kalan benim bu yazdıklarım, sizin okuduklarınız, izlediğimiz  filmler, diktiğimiz ağaç, yetişmesine katkıda bulunduğumuz çocuklar. Biz insanlar ölümlüyüz be kardeşim ölümlü! 

Kötünün bin bir çeşidine şahit olurken şu günlerde Çetin ve Ender'in hayat anlayışı "Kötü olduğumuzda en fazla susarız biz, birbirimize bakmayız. Karpuz yeriz" tavrı beni bu yazıyı yazmaya itti. 

Bu yazı sinirlendiğinde sessizce karpuz yiyen tüm ölümlülere ithaf edilmiştir. 


8 Mayıs 2016 Pazar

Yaşamaya ve Okumaya!



Üst not: Bu yazıyı uzun zamandır yazıp sadece taslak halinde bırakmışım. Bu da benim unutkanlığım. Bloğumu sürekli unutuyorum keşke daha fazla zaman ayırabilsem ama bu aralar bir nevi Santiago gibi kendi kişisel hazinemi de arıyorum. Bulduğumda, yani bulabilirsem elbet yazarım. . Yaşamak ve okumak. Şimdilik bu ikisi var hayatımda. Daha çok okumaya ve yaşamaya!


"Dünyanın ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Ya da mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıskançlıkla. Kendi Kişisel Menkıbesini gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar."

Paulo Coelho'nun 47 milyondan fazla satan ve yirmi altı dile çevrilen Simyacı'ya ait sözler bunlar. Endülüs'te çoban olan ve rüyasının anlamını keşfetmek, kendi hazinesini bulmak için yola çıkan Santiago'nun hikayesi okuduğumuz zaman, bu masalsı romanda kendinizden bir parçayı mutlaka bulacaksınız. Belki de kendinizi bulmak için okumalısınız Simyacı'yı.



Uzun zamandır okuduğum en güzel roman olan Simyacı'da mutlaka insan kendine ait bir şeyler buluyor. Kendi hayat hikayesini gerçekleştirmek isteyen Santiago'nun serüvenini okurken kendi kişisel hayatlarımızı, hikayelerimizi ister istemez düşünüyoruz. Yaşamın amacı nedir?, rüyalar, gerçek aşk, yazgı nedir, kaderimiz nedir gibi soruların cevabını romanda bulabiliyoruz.

"Yeryüzünde her insanın kendisini bekleyen bir hazinesi vardır" dedi yüreği delikanlıya "Biz yürekler, insanlar artık bu hazineleri bulmak istemedikleri için bunlardan ender söz ederiz." 

Santiago'nun yüreği ona bunları söylerken bizlerin yüreği bize ne diyor? En son ne zaman gerçekten yüreğimizin istediği gibi davrandık? Teknolojinin tüm duygularımızı esir aldığı, bizlere bir şekilde dayatılan hayatlarımızın, yaşantımızın dışına çıkarak ne zaman isteyerek gerçekten yaşadık? "Çünkü hayat, yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur." 





Simyacı hayatı sorgulatırken bana Küçük Kara Balık'ı hatırlattı. Denizi merak edip gölünden çıkan Küçük Kara Balık'ın "Başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum" isyanı ve merakı Endülüslü çoban Santiago ile benzerlik taşıyor. Başka yerleri,başka hayatları merak edip yola çıkan Küçük Kara Balık ve Santiago umarım bir başka dünyada karşılaşır.

Hayatı gerçekten yaşayan, yüreğindeki hazineyi keşfeden ve onunla yaşayan insanlara, balıklara, çiçeklere dünyaya ihtiyacımız var. Bizi hayatın bu güzelliği kurtaracak!
Kitabın sonunu tabikide burada söylemeyeceğim. Eğer gerçekten bir masal okumak istiyorsanız, kendi kişisel hayatınızda belki bir şeyler değiştirmek ve yola çıkmak istiyorsanız buyrun efendim Santiago'ya kulak verin.


15 Şubat 2016 Pazartesi

Tatil Okumaları

Hazır dönem arası tatil diyerek okumaya bir türlü fırsat bulamadığım iki kitabı bitirdim. 



Zülfü Livaneli'nin hemen hemen bir çok kitabını okumuş biri olarak son romanı Konstantiniyye Oteli diğer romanlara göre benim için beklentimin aşağısında kaldı. Romanı okurken İstanbul, eski adıyla Kostantin hakkında bir çok bilgiye sahip oluyorsunuz. Gerek müzik gerek edebiyat gerekse de Gezi Direnişine değinen Livaneli bu kez yıllardır sahip olduğu kültür birikimini okurlarına sunuyor.

Bir gecede İstanbul'da ne olabilir sorusuna sayfalarca şimdiki zaman kahramanlarıyla yanıt ararken geçmişe dönüp Bizans'tan, Osmanlı'dan da yanıtlar alıyor. 

Bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışan Zehra'nın ana karakter olduğu roman akıcı diliyle okuyanların birçok hayata eşlik etmesini sağlıyor. Benim gibi geç kaldıysanız mutlaka bir an önce okuyun.


Diğer bir roman ise Fakat Bu Derin Bir Tutku Müzeyyen. Bu roman sayesinde ilk defa İlhami Algör okuma fırsatım oldu.Seda Mit'in hazırladığı kitabın kapak fotoğrafını çok beğendiğimi söyleyebilirim.

2014 yılında sinemaya da aynı isimle aktarılan roman, öykü yazarı olan kahramanın(kahramanın ismi romanda geçmiyor) ağzından aktarılıyor. Gerek eşyalarla gerek kendi yarattığı kahramanlarla konuşan yazarımız yine bir gün yazarken hikayesinin sonunu yazamaz. Zaten romanın ismi de yazarın karısı Müzeyyen ile hikayesinden bahsettiği zaman ki cümlesinde geçer"Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku". 

Çok kısa bir roman olmasına rağmen İlhami Algör'ün  akıcı ve yaratıcı olan uslubunu sevdim. Romanın sonunu burada yazmayacağım ama o derin tutkunun sonucudur belki her şey kim bilir?

2 Şubat 2016 Salı

Eski Fotograf

Gaziantep hatırası. Güneydoğu'nun  hanları, hamamları, yemekleriyle ünlü güzel şehirlerinden biridir. Mayıs 2015'ten.

29 Ocak 2016 Cuma

Uzun Bir Aradan Sonra

En son ne zaman bloğumu güncelledim bilmiyorum ama geçen zaman içinde buraya geliş amacıma uygun şeyler oldu. Stajım, okulum, kurslarım, sertifika programları hepsi daha iyi bir gazeteci olmak için bir adımdı. Bu süre içinde de buraya ne haber girebildim ne de okuduğum kitapları.
Belki artık daha fazla bakarım buraya çünkü okulumda son dönemine girdi. 2016 yılının ilk güncellemesini de böylelikle yapmış oluyorum. Buraya, yazmaya başlayacağım tezim, okuduğum kitaplar hakkında güncel şeyleri aktarabilmeyi amaçlıyorum.Güncel haber girmeyi daha çok isterdim ama okul bize "Haber yapma, kendi alanın dışında ödev yap." diyor.

Yazın tam istediğim gibi Cumhuriyet Gazetesinde Kültür-Sanat biriminde stjamı yaptım. Okulda verilen akademik bilgiler iyi bir gazeteci olmak için asla yetmiyor. Hatta bu bölümü okuyacaklara kesinlikle İstanbul'da ya da Ankara'da okumalarını tavsiye ederim. Stajım ise çok güzel geçti. Orada bana emek veren, mesleğim hakkında bir şeyler öğreten herkese minnettarım.

İnsan, son sınıfta geleceği hakkında daha da korkuyor. Gazetecilik okuyan biri başka ne yapabilir diye sorulan soruların cevabı bankacılığa kadar uzanıyor. Ama yapmayın! En azından bir süre herkes mücadele etmeli, sevdiği işi yapmalı. Basının durumu bu dönemlerde her ne kadar kötüyse de her zaman bir umut vardır.
Mücadele ve umut için denemeye değer.

18 Haziran 2015 Perşembe

Bir Akdeniz Güzelliği Mersin



Haritanın güneyinde yer alan, her mevsim ayrı güzel Mersin’de tarihi ve turistik yerleri kadar, sıcaklığı yüzüne vurmuş insanlarına da mutlaka merhaba deyin.

Yolunuz Akdeniz’e düşerse gitmeniz gereken illerden biri kesinlikle Mersin’dir. Antalya’nın hemen yanı Adana’nın komşusu olan sıcaklığı ile meşhur, tantunisi ile de iştah açan bu kent denizi ve doğal güzellikler ile misafirlerini bekliyor.
Türkiye’nin en büyük liman kenti olan Mersin, ismini  Oğuz Türkmen beylerinden Mersin Bey’den almıştır. Bilinen en eski ismi ise tarih kitaplarından sıklıkla hatırladığımız Kilikya devletinden geliyor. Yaklaşık olarak bir buçuk milyondan fazla nüfusa sahip olan Mersin son zamanlarda Suriye’deki savaştan dolayı oldukça göç almış olsa da şehrin  genişliği tüm nüfusu içine almış gözüküyor.


Nisan’ın son haftasında ziyaret ettiğimiz Mersin’de hava denize girebilecek kadar sıcaktı. Oysaki aynı gün İstanbul ve birçok şehirde yağmur yağıyordu. Ulaşımın kolay olmasına rağmen ilçeler arasındaki mesafeler dikkatimizden kaçmadı fakat Mersin’in güzelliği bu ufak detayı göz ardı etti. Mersin’in merkezi ve marinası oldukça güzel. Her otobüs durağında ve şehrin çeşitli yerlerinde yer alan vitamin duraklarındaki meşrubatlar sıcaklardan bunalanlara bir çözüm önerisi getirmiş gibi.
Cennet-cehennem

Silifke - Narlıkuyu yakınlarında bulunan, doğal yollarla oluşmuş Cennet ve Cehennem mağaralarını görmeden Mersin’i gezdim diyemezsiniz ve tabi ki yine bu yol üzerinde bulunan Kız Kalesi’ni. Cennet ve Cehennem Mağaraları Kültür ve Turizm Bakanlığınca müze kapsamında olup ziyaretçilere açıktır.  Cennet ve Cehennem mağarasının hemen yakınlarındaki Astım Mağarasını da unutmak olmaz ama biz oraya gidemedik. Yolumuz Cennet ve Cehennem Mağaralarına düştü.

Cennet mağarasında merdivenlerin sonunda bizi Hellenistik dönemden kalma bir Zeus Tapınağı karşıladı. Merdivenli yolun ise bu dönemden kaldığı sanılmaktadır.. Cennet Mağarası ya da çöküğü yaklaşık 135 metre derinliğinde. Bu da bir çöküntü obruğu olup, Miyosen döneminde oluşmuş sığ denizel kireçtaşı katmanları içinde karstik süreçler sonucunda oluşmuştur. Mağaranın sonunda aslında görülmese de sesi duyulan bir yer altı akarsuyu vardır. Bu akarsuyun sebebi ise karstik süreçlerdir. Biz Cennet Mağarasının sonuna kadar gittik ve yaklaşık 450 merdiveni indik ardından çıktık. Cennet Mağarasına ulaşmak cennete ulaşmak gibi yorucu ve bir o kadar da eğlenceli oldu.

Cehennem Mağarası ise yaklaşık 110 m derinliğine sahiptir. Cennet Obruğu’nun oluşumuna yol açan bir karstik yer altı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir yer altı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesi süreci sonucunda oluşmuştur. Oldukça ürkütücü bir görüntüsü olan Cehennem mağarasına ulaşmak cennet kadar yorucu olmadı. En azından 450 merdiven inip çıkmadık.
Tantuni, künefe

Efsaneye göre bir zamanlar bölgede yaşayan kralın , çok sevdiği bir kızı varmış. Söylenceye göre bir falcı krala , kızının yılan sokarak öleceğini kehanetinde bulunmuş. Bunun üzerine Kral kızını koruyabilmek için denizin içinde bir kale yaptırmış. Aradan zaman geçmiş kız kalenin içinde büyümüş.  Fakat efsaneye göre prenses için getirilen meyve sepetinin içinden çıkan yılan onu sokarak öldürmüş. Bu efsaneden geriye Erdemli de bulunan manzarasıyla görenleri büyüleyen Kız Kalesi kaldı. Kız kalesine balıkçı tekneleriyle rahatlıkla ulaşabilirsiniz.
 
Bu kadar çok gezdikten sonra yemek için Mersin’de tantuni yemeden dönmek olmaz. İlk gün Yaprak Tantuni’den diğer gün ise Salih Usta’dan yedik. Hangisi daha güzeldi diye soracak olursanız ben buna hala karar veremedim. İki yerde de tantuniler harikaydı. Hayatımda yediğim en güzel künefeyi ise Has Künefe’den yedik. Kafanızı dinlemek, sessiz ama bir o kadar da güzel bir yer arıyorsanız Akdeniz’in  güzelliğinde Mersin'i keşfedin.