13 Nisan 2015 Pazartesi

Sokaktaki Şiir


 

Gezi Direnişi’yle hayatımıza giren #şiirsokakta akımı Türkiye’de şiire olan ilgiye başka bir boyut getirdi. Şiir gökyüzünün, denizin ve aslında mavinin hakim olduğu her yerde karşımıza çıktı.

Sokakların köşe başında, telefon kulübelerinde, kaldırımlarda, reklam panolarının üstünde, gri duvarlara titrek ellerle yazılmış dörtlükler okur olduk. İstanbul’u kuşatan bu dörtlükler tüm ülkeyi kapladı. Turgut Uyar’ın Durma Göğe Bakalım’ı, Nilgün Marmara’nı “Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” dizeleri, Cemal Süreyya’nın Üvercinka’daki en güzel sözleri: “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız. Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun”  yollarımıza çıkar oldu.

Sosyal medyada şiirsokakta hastag’ı belki de son zamanların en önemli akımı oldu. İnsanlar yazdıkları dizeleri #şiirsokakta etiketiyle paylaştı ve bu paylaşım sonu gelmeyen, kısmen unutulan o güzel şiirleri hatırlattı bize.   

Instagramda #şiirsokaktaa hesabıyla paylaşımlarda bulunun Nuhat Elçioğlu ile #şiirsokakta’yı ve sosyal medyada sık sık yer alan şiirler üzerine konuştuk. Akımın başlangıcının 1 Haziran 2013 Gezi direnişi sırasında Fransız Konsolosluğu’nda yazan ‘Şiir sokaktadır’ yazısı olduğunu söyleyen Elçioğlu, akımın sahibinin kim olduğunu bilemediklerini, #şiirsokakta’yı 4 Eylül 2013’te başladığını iddia edenlerin belgelerini çürüttüklerini söyledi.

Nereden geldi şiir?

Şiir sokakta akımı, Haziran 2013 Gezi Direnişi sırasında “Defteri kapat şiir sokakta” dizeleriyle başladı ve bu dizeler akımın ilk hafızalara kazınan sözleri oldu. Ardından Facebook’daki İkinci Yeni sayfası 4 Eylül 2013’de bir manifesto yayınlayarak #şiirsokakta'yı düzene koydu ve sonra gerisi geldi. Şiir, sokak hayatımızın içine girdi.

Türkiye’de şiire olan ilginin azlığından dolayı bu akımın çok önemli olduğunu belirten Elçioğlu “Takipçilerimiz sokaklara yazdığı şiirleri bizlere gönderiyor bizde elimizde geldiğince paylaşmaya çalışıyoruz. Aylardır her gün büyük bir keyif içinde 7 saatimizi akım için harcıyoruz. Bir nevi akımla uyanıp, akımla uyuyoruz. Türkiye'de şiire olan ilgi çok az. Böyle bir akım ile şiire destek olan herkese teşekkür etmek isteriz. Hiçbir kesimi rahatsız etmeden sokaklara çıkıp şiir yazan yürekleri seviyoruz” dedi.

 
Defter yok sokak var

#şiirsokaktaaa sayfasının İnstagram’da 275 bin, Twitter’da ise 183 bin takipçisi bulunuyor. Takipçilerin beğeni sayısı çoğaldıkça yeni takipçiler ve yeni paylaşımlar yapılıyor. Şiirlerini paylaşma korkusu yaşayan çoğu genç şairlerin de bu akım ile korkuyu atlattığını ifade eden Elçioğlu “Sloganda olduğu gibi defteri kapattık, sokağa çıktık, şiiri sivilleştirdik” diyerek sözlerine devam ediyor: “Bazen şairlerin kendisine ait olmayan şiirlerinde paylaşılıyor açıkçası bu durumdan memnun değilim” Şiir sevgisinin onu bu işe sürdüğünü ve şiirden kopamadığı için #şiirsokakta’nın hayatında önemli yeri oluğunu söyleyen Elçioğlu aynı zamanda Twitter’da Ahmed Arif sayfasının da yöneticisi. Leylim Ley kitabında anlamıştık ki Arif’in o muhteşem dizelerin sahibi Leyla Erbil’den başkası değildi. Elçioğlu, Leylim Ley kitabı ile Arif’in tekrar hatırlandığını söyleyerek Twitter’daki Ahmed Arif sayfasını gelecek aydan itibaren Arif’in oğlu Filinta Önal ile birlikte yöneteceklerini sözlerine ekledi.

21 Mart 2015 Cumartesi

Iraklı Kadınların Anlatılmayan Öyküsü

İletişim yayınlarından 2009 yılında çıkan Iraklı Kadınların Anlatılmayan Öyküsü adlı kitap Irak'taki kadınların durumunu geniş bir tarihi perspektifle bize sunuyor. Yazar Nadja Sadig Al- Ali University of Exeter ve Arap-İslam Araştırmaları Enstitüsünde sosyal antropoloji dersi veren bir öğretim görevlisi. Kendi Iraklı kimliğini keşfetme sürecini de anlattığı kitabında 1948-2006 yılları arasında Irak'ta meydana gelen değişimleri kadınlar üzerinde ele alıyor.

Kitabının amacını  Al-Ali şu şekilde anlatıyor: "Iraklı kadınların yaşam öyküleriyle deneyimlerini temel alarak bir ya da birden çok alternatif tarih inşa etmeye çalışıyor" 1948'den başlayarak 2006 yılına kadar Irak'ta birçok hükümet değişti ve savaşlar yaşandı. Farklı kimliklerden ve dinden insanların bir arada yaşadığı Irak zamanla birlikte değişimler yaşarken bu değişimlerin kadınlar üzerinde nasıl etki yarattığı kitapta anlatılıyor. Bu çalışması için yazar 100'den fazla Iraklı kadınla konuşup bir kısmının hikayesine kitabında yer verdi. Tarih sahnesi devamlı değişirken kadınların yaşama azmi her durumda ne olursa olsun yeniden başladığı ve iktidarların kadınlar üzerindeki politikaları akıcı bir dille okuyucuya sunuluyor.

Kadınlar ne yapmalı?

Kadınların ne yapması gerektiği nasıl davranıp nasıl davranmaması gerektiğinin bile iktidarlar tarafından çizildiğine ve bunların yaşama nasıl adapte edildiğine kitaptaki yaşanmış hatıralar gözler önüne seriyor. Erkeklerin dahi egemen sistemde nasıl olması gerektiğinin belirlendiği bir sistemin zalimliği insanı tedirgin ediyor "Baas döneminde Iraklı erkeklerin çoğunluğunun bıyıklı olmaları, yalnızca yönetime sadakatin ya da sadık görünmenin simgesi değildi, Iraklı kadınlar da erilliği, gücü ve iyi görünümü bıyık ile özdeşleştirmeye başlamıştı"  
Özellikle Saddam döneminde yaşanan katliamlar, ölümler, kadınların iş yaşamından ev yaşamına geri gönderilişi hafızalardan unutulmaması gereken bir dönem. Benim geç fark ettiğim bu kitabı her gün bir kadının öldürüldüğü ülkemizde hepinizin okumasını tavsiye ederim.

15 Mart 2015 Pazar

Üniversite yanındaki köy: Kabaoğlu


28 haneli köy olan Kabaoğlu köyü halkı bakkal, sağlık ocağı, okul gibi temel ihtiyaçlardan yoksun. Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan köy sakinleri ise yaşamlarından memnun gözüküyor.
Kocaeli Üniversitesi’ne giderken üniversiteye varmadan önce ufak tefek köyler göze çarpıyor. Üniversitenin yakınındaki köylerden biri olan Kabaoğlu köyünü ziyaret etmek yola çıkıyoruz. Köyün girişinde karşılaştığımız Ali Kahraman, üniversite hastanesinde görevli bir işçi. Köylerinin tarihini anlatmasını istediğimizde Kahraman, büyüklerinden duyduklarını bize aktarıyor: “Burası eski bir Osmanlı köyü. 100-150 yıl önce bizler gelmeden önce burada Rumlar varmış. Onlar yakmışlar köyü öyle terk etmişler. Sonra bizim dedelerimiz gelmiş yerleşmiş. Bende burada doğdum büyüdüm”

İsimsiz dede

‘Köyü en güzel orada en çok yaşayan bilir’ diyerek Kabaoğlu köyünün en yaşlılarından biri olan 1937 doğumlu bir dede ile sohbet ediyoruz. Yabancılara karşı temkinli olan dede bize adını ve fotoğrafını vermek istemedi. “Önceden derlerdi Rumlar vardı burada. Ben bilmem belki benden büyükler yaşasaydı bilirdi. Ufak yer burası her yere ulaşım da kolay. Ya otobüse biner gidersin şehir merkezine ya da kendi traktörünle gidersin. Yaşamak kolay !” diyen dede durumundan memnun olduğunu söyleyerek konuşmasını bitirdi.

Kabaoğlu köyünde ilkokul yok. Taşımalı eğitim ile çocuklar okula gidip geliyor. İçme suyu şebekesi var ama kanalizasyon şebekesi yok.  Sağlık ocağı, market ya da bakkalında olmadığı köyde toplam 28 hane var.  Köy sakinlerinden İbrahim Azak ile konuşuyoruz. Azak’da diğer köy sakinleri gibi hayatından memnun. Tarımın azaldığını, Kocaeli Üniversitesi kampüsunun buraya taşındığından beri yönlerin açıldığını ve hareketlenmenin olduğunu söyleyen Azak, üniversitenin iş imkanlarını da arttırdığını belirtti.

Ekmek parası

55 yaşındaki manav Nejdet Kocaman ile geçim kaynakları hakkında bir dut ağacının altında sohbet ediyoruz.  Kocaman, artık seracılığın yaygın olduğunu söylüyor ve bunun nedenini yakınlarında açılan çöp fabrikasına bağlıyor. “Toprağa ektiğimiz zaman güneşte yanıyor ekinler. Önceden daha güzeldi.  Artık çöp fabrikasından dolayı ağaçlar bile büyümüyor. 10 yıl öncesindeki verimle şimdiki aynı değil” diyen Kocaman küçükbaş hayvancılığın köyde yaygın olduğunu ifade etti.

Kocaeli Üniversitesi Umuttepe yerleşkesi yolunda bahar ayı itibariyle meyve satan Kabaoğlu köyü sakini yaşlı teyze ve amcalar ile karşılaşılır. Köyden ayrılırken erik satan teyze ile karşılaşıyoruz. Günlük satışından memnun olan teyze bize de eriklerinden ikram edip yoluna devam ediyor. Bir üniversite yanında kurulu olan ama içinde ufak bir bakkalı bile olmayan Kabaoğlu köyüne eriklerimizi yiyerek veda ediyoruz.
 
 

 

9 Mart 2015 Pazartesi

Kültür Kesişimi: Fener!


Müslüman, Hrisiyan ve Musevi birçok insanın farklı zamanlarda kimi zaman beraber kimi zaman ayrı yaşadığı ve yaşarken bıraktığı kültür izlerinin hala durduğu Fener semti  zamanın gerçek tanığı olarak karşımıza çıkıyor.

Bizans döneminde Haliç kıyısında bulunan bir fener semtin Fanarion adıyla anılmasıyla günümüzdeki ismini alan Fener semti var olduğu yıldan şu zamana kadar birçok kültürün birleştiği yer oldu. Porta Fari(Fener Kapısı) olarak adlandırılan kapıyla Bizans döneminde Fener'e giriş mümkünken bu kapı günümüze ulaşamadı. 17.yüzyılda Fener, kesme taştan evleri ve zengin süslemeli bina cepheleriyle seçkinlerin ve burjuvaların tercih ettiği bir mekan oldu. Osmanlı döneminde ise Rumlar ve varlıklı Musevilerin oturduğu Fener sahil kesimi 19.yüzyılda varlıklı Rum ailelerinin yalılarına ev sahipliği yaptı. Izgara planlı sokak yapısı, kagir evlerden oluşan doku 19.yüzyılda çıkan yangınlardan sonra oluştu.

Göç ve semt                      

20.yüzyılda tamamen gayrimüslimlerin yaşadığı bir yer olan Fener'de yıl 1923'ü gösterdiği zaman değişim rüzgarları esmeye başladı. İstanbul'da galip devletlerce kurulan işgal yönetimi kalkınca birçok Rum aile Yunanistan'a göç etti. Tarih sahnesinde olanlar Fener'e yansımaya devam etti. Yıl 1955:6-7 Eylül. İstanbul'da birçok Rum vatandaşın ev ve iş yerleri tahrip edilince Rum nüfusu İstanbul'un başka bir semtine ya da Yunanistan'a gitti. 1980 yılında dönemin belediye başkanı tarafından Fener'de 18.yüzyıldan kalma son taş binaların büyük bir kısmı ile Balat İskelesin'nin de bulunduğu Haliç kıyısındaki binalar geniş ölçekli bir program çerçevesinde yıkıldı. Bu uygulamadan kıyı surlarının dışında sadece bir kaç tarihi yapı kurtulabildi. Bugün harap haldeki bu yapıların küçük bir bölümü Avrupa Birliği fonlarıyla onarılmaktadır.

Günümüzde Fener'e adım attığınız anda metropol İstanbul'un farklı bir yüzü açığa çıkıyor. Mahalle kültürünün devam ettiğinin hemen farkına varılan, güneydoğu ve kırsal alanlardan göçen Müslüman bir nüfusu barındıran semt mimarisi ile dikkat çekmekle birlikte birçok kültürel yaşamı harmanlıyor. Fener sokaklarında 58 yaşındaki Rıfat Sarıbal ile karşılaşıyoruz. 1978 yılında 1 yıl çalıştığı ve şuanda kapalı olan kantar-baskül fabrikasını ziyaret etmek için geldiğini söyleyen Sarıbal, Macar Asıllı patronu Muzaffer Müler'i büyük bir saygıyla anıyor. Yıllar sonra mahallesine geri döndüğünde birçok yapının yerinde olmadığını görünce büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Sarıbal "Zaman çok şey alıp götürse de buranın sıcaklığı hala aynı" dedi.

Mekan ve zaman

Fener'de dikkat çeken tarihi yapılardan birisi de Fener Rum Patrikhanesi. 6.yüzyıldan itibaren Hristiyanlık alemindeki dini tartışmaların önemli bir kesimini oluşturup Ortodoksluğun merkezi olan Patrikhane, 1602 yılında Ayios Yezyios(Aya Yorgi) manastırına yerleşti ve faaliyetlerine burada devam etti. Tarihin birçok dönemine tanıklık eden Patrikhane hakkında bilgi almak için Fener sokaklarını arşınlıyoruz. Ara sokaklarda yol tarifi almak için yardım istediğimiz sırada 12 yaşlarında roman bir çocuk atladı "Abla hafta sonu ayin çekiyorlar belki kapalı olurlar!" Çıkan yangınlar, giden komşular Fener sokaklarında değişim rüzgarlarını estirse de mahalle kültürünü alıp götürmemiş.

Fener Rum Patrikhanesi'nde kapı güvenliğinden sorumlu Hristofi Hirolis ile konuşuyoruz. Hirolis 1998 yılından beri Patrikhane'de çalışan bir personel. 36 kişiyle patrikhanenin hizmet verdiğini söyleyen Hirolis, "8 kadın, 5 aşçı, 4 tesisatçi-bahçıvan, 4 şoför var. Gerisi patrikhane personeli" dedi. Güvenlik sorunu ve geçmiş yıllar hakkında biraz içlenerek konuşuyor Hirolis: "Bizde güvenlik diye bir şey yok. Önüne gelen girebilir. Tabi şüphelendiğimiz kişileri çeviriyoruz veya müsait değil deyip içeri almıyoruz. İçkili olanları, berduş halde olanları almıyoruz bir bahane bulup dışarı çıkartıyoruz. 6-7 yıl önce bazı sorunlarımız vardı. Milliyetçiler geliyorlardı. Yürüyüş yapıyorlardı burada. Patrikhaneyi istemiyorlardı. Artık böyle bir sorunla karşılaşmıyoruz"

Gidenler-kalanlar

Hirolis ayin günleri hakkında şunları kaydetti: "Her gün ayin oluyor. Sabah sekiz, akşam dört, dört buçuk. Cumartesi pazar akşam dört. Pazar günü büyük ayin olur. Patrik katıldığı zaman öğlen bir, bir buçuğa kadar sürer. Patrik sabah dokuz buçuk da iner. Kilise sekiz buçuk da başlar. Patrik geldiği zaman konuşmalar yapar. Misafirler geldiği zaman birer ufak hediyeler dağıtır. Bayramlarda bizim yortu derler ayinler uzun sürer. Dualar sabah yirmi dakika, yarım saat. Akşam da öyle. 6-7 Eylül olaylarında Rumların yüzde doksanının gittiğini söyleyen Hirolis, şuanda kalan yerli İstanbullu Rum sayısının iki bin kişi kadar olduğunu belirttiği sırada gözleri dolu dolu "Onlarda altmış yaş ve üstü. Gençlik pek kalmıyor, gidiyor" dedi.

Çalıştığı süre içerinde dikkatini en çok çeken ve hatırladıkça üzüldüğü olayı şöyle anlatıyor Hirolis "2002-2003 yılında arkadan taşlar atarlardı. El bombası atarlardı. Evler yüksek oradan bıraktım mı direkt bizim avluya düşerdi demir parçaları, şişeler... Birkaç kişiyi yakaladık ama kötü hatırlanan olaylardı" Patrikhaneden ayrılırken Hirolis ve arkadaşları geçmiş yılları günümüze taşıyan o hep hatırlanan ve hatırlandıkça özlenen eski İstanbul özlemini giderdi. Fener'de tarihin ortasında kendimizi hatırladık. O hep hatırlanan ve unutulan sıcaklığı.

7 Mart 2015 Cumartesi

Hayatım, Haberlerim

Aslında uzun zamandır var olan bu bloğu ne için kullanacağımı uzun zamandır düşünüyordum. Bir iletişim fakültesi öğrencisi ne yapabilir ne yazabilir diye kafa yorarken 3 yıldır okuduğum bölümde çokça şey biriktirdiğimi fark ettim. Haberlerim, röportajlarım, gittiğim galeriler, yazdıklarım, haber yaptıklarım ve yapacaklarım. Yazılacak ve anlatılacak epey macera ve anılar var. Buraya hepsini koyacağım artık. İyi okumalar!