26 Aralık 2016 Pazartesi

Küllerinden Bilim Doğan Kadın: Hypatia

Bin altı yüz kırk yıl önce bir kadın doğdu. Hayatını matematikçi, astoronom ve filozof olarak geçirdi. Bilime inandı. Bilime inanmayanlar ona  şeytan dedi. Öldürdüler. Onun ölümü binlerce insanı bilim ışığında yeniden var etti.  

Güzelliği, zekası ve zarafetiyle bu dünyaya gözünü açtı. Her şey olağanca karışıklığında iken O sadece öğrenmek ve anlatmak istedi. Gökyüzünü çok sevdi. Çok sevdiğini en çok merak etti. Zamanla gökyüzü en büyük tutkularından biri oldu. Mavi gökyüzünün sırrına vakıf olabilmek ona göre hayattaki varlık nedenlerinden biriydi. O öldükten sonra merak ettiği yıldızlar, evren, varoluş hakkında birçok yanıt bulundu. Yanıtlar devamlı değişti, sabit kaldı, yenileri eklendi ama soruyu ilk soran olarak bilim tarihine adını yazdırdı.



Platon Okulu

Kimden bahsettiğimi merak ediyorsunuz. Bende bahsettiğim kadınla henüz yeni tanıştım. Adı Hypatia. İskenderiye kütüphanesinin son görevlilerinden felsefe filozofu aynı zamanda matematikçi ve astronumdur. 370 yılında doğdu. Dönemin ünlü matematikçisi Theon’un kızıdır. Annesi hakkında tarih kayıtları elimize bir bilgi verebilmiş değil. İskenderiye kütüphanesinde Platon okulunda dersler verdi. Öğrencileri İskenderiye’nin küçük bir kesitidir. Musevi, Pagan ve Hristiyan öğrencilerine bilimi, evreni, sorular sormayı anlatır. Öğrencileri arasında İskenderiye valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais’in de psikoposu olacak olan Synesius'a da vardır.

Dünyada insanlar var olup bir tarih yazmaya başladığı günden beri tarihte insanların kanıyla sulanmamış tek bir dönem yok. İnsanların kanı toprakları sularken kadınların kanı, onları öldürenlerin elinde kaldı her zaman. Yere bile dökülmesine fırsat verilmediği zamanlar oldu.

Şeytan Kadın

Hypatia doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Doğayı, Tanrılarıyla açıklamak isteyenler oldu. Hristiyanlık kentte yaygınlaştığı dönemde  Piskopos Cyril, Hypatia'yı hedef göstererek İncil'den yaptığı alıntılar ile halkı kışkırttı ve Hypatia, halk tarafından dinsiz ve şeytan olarak nitelendirildi. “Neye inanıyorsun?” diye sordular ona. Tek bir yanıt verdi: “Ben felsefeye inanırım." Ona en çok da var olan hükümete danışmanlık yaptığı için sinirlendiler. En nihayetinde O bir kadındı ve kadınlar Tanrılara inananlar tarafından sevilmezdi.

Bir de aşk var. Hypatia’ya dönemin valisi Orestas, Hypatia’dan ders aldığı dönemler aşıktır bu güzel kadına. Hayatın işine aşk karıştığı zaman tüm yanlışlar ve doğrular yön değiştirir. Hypatia ve en çok da Orestas içinde için öyle oldu. Orestas’ın aşkı her zaman karşılıksız kaldı. Zaten aşkın çift kişilik yaşandığı ender hikayeler vardır. Olsa da sonu kötü bitmiştir.


Savrulan Bilim

 Socrates Scholasticus'un 439'da şöyle yazar Hypatia’nın ölümü için;

 "Hypatia'nın sık sık Vali Orestus ile görüşmesi Hristiyanların hoşuna gitmiyordu. Hypatia'nın, Vali Orestus ile Piskopos Cyril'in uzlaşmasını engellemeye çalıştığı düşünülüyordu. Böyle düşünen bir grup bağnaz, Peter adındaki çete liderleri ile birlikte Hypatia'nın evinin önünde pusuya yattılar ve onu beklemeye başladılar. Hypatia eve geldiğinde ise onu kaçırıp Caesareum adındaki bir kiliseye götürdükten sonra tamamen soydular. Ardından onu taşlayarak öldürdüler. Daha sonra Hypatia'nın parçalanmış bedenini alıp Cinaron adındaki bir yerde yaktılar."

Filmde Hypatia’yı Rachel Weisz hayat veriyor.
8 Mart 415’de bir bahar günü henüz kırk yaşındayken Hypatia öldürüldü. Ardından yakıldı. Külleri savruldu dünyanın dört bir tarafına. Hypatia’dan sonra bilime, doğaya, evrene inanan milyonlarca insan doğdu. Hypatia’nın gök cisimlerinin sınıflandırılmasında, hidrometrenin bulunmasında, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesinde ve daha birçok konuda bilime etkisi oldu. Günümüze eserleri onu şeytan olarak suçlayanlardan dolayı ulaşamadı. Çalışmaları kaldı bilim tarihine.

Yaşam güzelliği

Bin altı yüz kırk yıl geçti aradan. Kadınlar hala dünyada tecavüze, şiddete, ölüme maruz kalıyor.  Ne kadar çok öldüyse kadınlar bir sonraki kuşak daha çok direndi daha çok isyan etti ‘Ölmeyelim’ diye.

Belki binlerce yıl sonra her şey ve herkes özgür olduğu zaman kadınlar sadece kendilerine biçilen zaman bittiğinde gider bu dünyadan. Kendi istekleriyle, dilediği gibi bir dünyada yaşadıktan sonra. Doğum ile başlayan hayat kendiliğinde bittikten sonra.

Hyaptia’nın hayatını konu alan Agoro filmini anlattığım her şeyi anlatıyor. İçinden geçtiğimiz şu zamanlar içimize işlese de devam eden hayatta tutunacak umutlarımız olsun diye küllerinden bilim doğan bu kadını tanıyın istedim. İçimize acılar işlerken bir tarafta yaşamak var olsun diye.


16 Aralık 2016 Cuma

Plaza Hayatı Güncesi

Her gün bir ülkede veyahut bir ilde haber yapacağım diye yola çıkıp plaza hayatına saplanmış biri olarak tamamen kişisel bir yazı yazacağım.

Birkaç yıl önce öğrenciyken plazada çalışan insanların hayatı ile ilgili yazılanlara güler bu da hayat mı der geçerdim. Başıma ve hayatıma ne olacağını bilmiyordum tabi ki. Vur patlasın çal oynasın günlerimin ardından sabah karanlığı ile çıkıp gelip akşam karanlığı ile eve geri geldiğim bir işteyim. Geçen günlerde telefonuma bir bildirim düştü işssizlik oranları ile ilgili. İş bulamayan arkadaşlarımı da düşününce belki dedim şu an daha iyidir her şeyin böyle olması. İşi bir kenara bırakıyorum çünkü aslında işimi seviyorum ama sevmediğim bir hayat var ortada. Daha doğrusu sistem.

Her gün bir kere otobüslerdeki geçirdiğim bir kırk dakika ömrümdeki bir yıla eş değer. Otobüs bazen değil her gün o kadar dolu oluyor ki kendi ineceğim durakta değil bir sonraki duraklarda iniyorum. Nerede boşalırsa... Otobüs sonrası tüm plaza halkı sakinlerimizin ellerinde Starbucks bardakları ile bir yerlere yetişiyor. Hayır neden Starbuck falan o kısmı geçtim ama bir çoğunun aldığı maaş belli iken her gün Starbuckdan kahve almak sizce de biraz show değil mi?


Tüm dünyadaki eğitim sistemine hakim değilim ama hakim olduğum bir sistem varsa Türkiye Cumhuriye Eğitim Sistemi.  Ey sevgili okuyucum 16 yıl okuduktan sonra tıp ve öğretmenlik dışında okuduğunuz bölümün hiç bir karşılığı iş hayatında yok. Çok acı belki de ama durumun bu şekilde olduğunu staj yaptığım zamanlar anlamıştım. Okulda biz Gramsci'ydi Adorno'ydu Benjamin'di öğrenelim ama çalıştığımız zaman bunların karşılığı koca bir sıfır olsun. Bu anlattıklarım plaza hayatımdaki her gün geçen isyan etme kısmı.

Şimdi gençliğimizi kullanıp çalışma zamanı. Hep çalışmalıyız. Çok çalışmalıyız. Ne demek dünyayı gezme. Gezme artık çok eskiden kaldı. "hmmm demek Amerikada", "Zaten gezgin olmakta biraz evsiz kalmak"... Bu kısım da her gün dünyanın çeşitli yerlerinden fotoğrafları görüp, yurt dışında yaşayan arkadaşlarımı gördüğüm zamanki hissiyatım. Oysa ki gezip, devamlı yolda olma haline kendimi bildim bileli razıydım. O yolda olma hali benimdi. Benim hayalimdi.

Şimdi öğle yemeğine çıkacağım. Muhtemel yemekten sonra çayımı içip hayatıma devam edeceğim. Şimdilik bu kadar.

Hayatta karşılığı olan her şey sizi bulsun.





15 Aralık 2016 Perşembe

Memleketin Gazozunu Sevdik

Her gün biraz daha öldüğümüz, her yeri ölüm kaplayan bu memlekette yaşamak isteyenler için bir durak olmalı. Yaşadığımızı hissettiğimiz bir durak. Sanattan, edebiyattan ve yaşamdan konuştuğumuz küçük bir durak. O durağa sığdırdığımız küçük anda bir hayatın umudu olmalı. O umut yaşatmalı bizi.

Türkiye'nin farklı yerlerinde üretilen gazozların buluştuğu Taksim'deki Avam Kahvesi memleketin gazozuna sevdalı insanlar için bir dinlenme yeri olabilir. En azından benim için tek derdimin "Hangi gazozunu içsek? "Bak Safranbolu var mesela", "Urfa'nın ne gazosu var ki" diye illerden, o illerde geçen mutluluklardan, oraya ait ne varsa muhabbet eylediğimiz bir yer.

Akşama doğru çalan şarkılarıyla beraber umut saçan  Avam Kahvesi şu aralar en sevdiğim dinlenme durağım. Yaşamak hepimizin hakkı.

Yaşamak umudu ile.

25 Kasım 2016 Cuma

Mezuniyet Sonrası Halet-i Ruhiye 2

Mezun olduktan sonrasını biraz yazmıştım. Biraz daha devam edip bir hayat nasıl monotonlaşır ve bunun üstesinden nasıl gelinir kısmını anlatacağım.

Mezuniyet hayatın en önemli kırılma eşiği. Ortalama 16 yıl okuduktan sonra iş hayatına benim gibi birden atlanıldığı zaman sonuçları sırasıyla heveslenme> merak etme>istek kaçması>ben her gün mü bu işi yapacağım>hayat böyle geçmez> geçerse de bari bi şeyler(?) yapalım evresinde ilerliyor. En azından benimki böyle ilerledi.

Türkiye'deki siyasi atmosfer ve her gün daha da dibi gördüğümüz bir ortamda gazetecilik yapmamaya karar vereli çok oldu. Sonrası da malum. Dijital ajans çalışanı olarak iş hayatına 'miirhiibbii' dedim.  3 yıl İstanbul dışında yaşayan biri olarak öncelikli bahsimiz nüfusumuzun kesinlik çarpı 5 arttığı. 'Acaba boş otobüs gelir mi?' sorunsalı ise her akşam kafamı kurcalayan en önemli konu başlığım. Gelmiyor okurlar! Her gün bu kadar insanın işe gidip gelmesi gerçekten düşündürücü. İş bile olmasa bu kadar insan dışarıda ne yapıyor allasen biri bana söylesin. İçimdeki sesler 'Şimdi herkesin bi hikayesi vardır, bunların kaçı kötü kaçı ruh hastası, kaçı gerçekten iyi insan' diye akıp giderken bir bakıyorum ki otobüs yarı boş bir vaziyette gelmiş. Yarı boş dediğim de yine ayaktayım ama insani şartlarda. Açıklayalım o şartlarımızı: Tutacak bir saptır, köşedir efendim veyahut bir metrekarede yaşama alanı şeklinde. Yaşam alanı ve tutacak bir yer olsun kafidir.

Üniversitede bir hocam vardı "İngilizce öğren, bilgisayar programları öğren" derdi. Ben sadece gazetelerde staj yaptım. Geriye bakınca muhtemelen yine aynı şeyleri yapardım ama beni okuyorsanız bu ikisini yaptığınız zaman her yerde iş bulma olasılığınız artar. Bu blogun yazarından ufak bir tavsiye olarak kalsın bu da.

"Ajansta ne yapılır ne edilir?" İlk aylar bu konulara merak sardım. Baya da bir şey öğrendim ama sanırım her işin bazı öğrenme süreçleri var ve onlar bitince benim gibi merakınızla yapmak isteğiniz iş paralel gitmiyorsa sonrası süreç tam bir monotonlaşma evresi. Bu noktada uzun uzun düşündüm. Her hafta okul günlerimdeki gibi arkadaşlarla kalabalık etkinlikler  yapılmıyor. Gerek arkadaşlarınla ayrı şehirlerde oluşun gerekse tek bir pazar gününü nasıl değerlendireceğini düşünürken pazar gününü yemenle alakalı bir şey.

Bu soruna şimdilik tek çare buldum. Okumak. Tek bir pazar gününe sığdırdığım sosyalleşme sürecini hiç tanımadığım insanların nasıl gittiğini, nasıl kaldığını, neler yaptığını, gezip görenlerin nereleri gezdiğini okuyarak geçiriyorum. Okumanın, insana insanlardan daha iyi gelen bir tarafı var. Şimdilik okuyorum okuyup okuyup yine aynı şeyleri düşünüyorum "Hayat bu şekilde geçmez bi şey yapmalı"



Dipnotcuk: Uzun bir süre okuyacak kadar bile zaman bulamadığımdan yazamadım okuduklarımı. Şu an Türkiye İş Bankası Yayınlarından Turganyev'in Babalar ve Oğullarını okuyorum Güzel ve akıcı. Bu da ikinci tavsiyem olsun :)


24 Eylül 2016 Cumartesi

Mezuniyet Sonrası Halet-i Ruhiye

Mezun olduktan sonra... Bu şekilde başlayacak cümlenin içi şimdilik dolmadı. Olamamış karpuz gibi geliyor veyahut erik. Nedeni ise hala bir umutla yanlışlıkla mezun olduğumu düşünüyorum. Sanki bir telefon gelecek ve ben okuduğum yere geri dönecekmişim gibi hissediyorum. Öyle bir özlem.

Okurken en büyük hayalim gerçekten mezun olmaktı. Mezuniyet sonrasında sanki her şey yeniden başlıyormuş gibi düşünürdüm. Yeni başlangıçları düşünüp üzülmezdim. Eğitim hayatım bittiğinde tahmin etmediğim bir hüzün beni sardı. 4 yıla o kadar güzel dostluklar, insanlar sığdırmışım ki İstanbul dışında geçen hayatımı bitirirken bir yanım anılarımda kaldı.

Gazetecilik bölümünü kazanırken çocukluk hayallerime kavuşacağım için hayatımda ilk defa mutluluktan ağlamıştım. Okul biterken dahi umutluydum. Bir umut hala var ama yapmak istediğim şeyin gazetecilik olmadığına karar verdim. Evet doğru bir bölüm ama yapmak istediklerim çok farklıydı. Ne yapsam diye uzun uzun düşündüm. Düşünürken iş aradım. Üretmeyi, yazmayı seven biri kısıtlanmadan ne yapabilir? Asıl mesele buydu benim için. Bunları düşünürken yolum dijital bir PR ajansı ile kesişti.Belki çok zaman alacak, çok çalışacağım ama gerçek işimin sadece yazmak, okumak ve gezmek olduğu günler de gelecek. İnanıyorum. Bugün değilse de bile bir gün mutlaka.

Çalışma hayatına bir çok kişiye göre erken atıldım. 21 yaşında okul bitti ve mezun olduktan 2 ay sonra iş buldum. Kulağa ne kadar şanslı geliyor değil mi? Şimdilik bana öyle gelmiyor sevgili okuyucu. Hala bir aklım okuduğum zamanlardaki hayatımda. Tabi bir taraftan da bir iş öğreniyorum ve adım adım gitmek istediğim yöne doğru ilerliyorum. En azından nasıl gidileceğini öğreniyorum.

Öğrenmenin gücü adına!


30 Temmuz 2016 Cumartesi

Yaz Dizisi Romanı

Bazen  kafamızı ağrıtacak filmlerden, kitaplardan, hatta insanlardan kaçmak isteriz. Kütüphanemde sadece isminin etkilenip okumaya başladığım Danıelle Steel'in Yeni  Başlangıçlar romanı da bu şekilde kaçmak isteyenler için bir seçenek olabilir. Okumaya başladıktan sonra ilk işim Danıelle Steel hakkında bilgi toplamak oldu.  Romanları sekiz yüz milyondan satan yazarın dili oldukça basit ve yalın. Roman çoğu yerde o kadar basite indirgenerek anlatılmış ki ilk 50 sayfadan sonra romanın sonunu ön görebiliyorsunuz.

Roman Bill Thomas ve kızı Lily Thomas hayatı üzerinden gidiyor.Lily çocukluğunda beri kayak kaymaktadır ve bir gün kaza yaparak belden aşağısını kullanamaz hale gelir. Tekerlikli sandalye de yaşamaya mahkum olan genç kızın iradesi, azmi ve başarısı yazar tarafında o kadar büyük bir maddi zenginlikle anlatılmış ki o kadar imkan içerisinde insanın başarısız olma ihtimali yok sayılmış.


 Yazar Stell' de anne ve babası boşandıktan sonra babasıyla yaşamış ve  romanındaki sorunsuz baba-kız ilişkisi de sanırım buradan geliyor. Roman içinde geçen büyük büyük markalar, özel jetler, evler oldukça okuyucunun gözüne sokulmuş. Bu romanı okurken Ece Ayhan'ın "İnsan yarası yarasına denk olanı severmiş ancak" sözü aklıma geldi. Romandaki kahramanların duygusal ilişkileri de tam bir "yaraların denk gelmesi" durumu. Evet karakterlerin başına kötü şeyler geliyor ama bunların bir çoğu maddi imkanlar sayesinde atlatılıyor. 

Bu roman aynı bizim İstanbul köşklerinde geçen yaz dizisi gibi. Zengin, iyi ve güçlü bir adamın ve kızının güçlü hikayesi! Sonu ise oldukça klişe bir biçimde bitiyor:"Hayat güzel" . Evet sevgili okuyucum hayat güzel ama ne dizilerdeki ne de bu romandaki gibi kolay değil. Omurilik felçi insanlar için hayatın zorluğu romanda vurgulanıyor evet ama ardından gelen özel hocalar, özel eğitimler... Masalsı desem o da yok. Sanırım hayatın parayla, paranın getirdiği azim, şans ve bir de iyi bir insanın erdemlerini vurgulamak için yazılmış yaz dizisi romanı. Yazın "Yok ben şimdi hiiiiç kafamı yormiiciim" diyorsanız alın okuyun. Ben okudum. Şimdi düşünüyorum pişman mıyım diye? Değilim en azından maddi gücün iyi bir niyet olarak kullanılmasını izledim. Bir de denk düşen yaraları. 

28 Temmuz 2016 Perşembe

Kadraj Anından

Her şeyin şu andan daha güzel olduğunu düşünüyorken bu fotoğraf çıktı karşıma. Belki de bazıları için zaman geçmişte daha kötü ve yalnızdı. Kadrajıma konuk olan amcacım, umarım şimdinin güzelliğine ve kalabalıklığına sarılmışsındır.

24 Temmuz 2016 Pazar

Karpuz Yiyen Ölümlülere

Dışarıda o kadar kötü şeyler oluyor ki... Türkiye'nin, bizlerin yaşadığı değişimler sokaklarda görülür bir haldeyken ne yapacağımı ve ne düşüneceğimi kestiremediğim bir dönemde Çetin, Ender ve Nihal bana bir nefes oldu.



Çok eski iki arkadaş olan Çetin ve Ender'in arkadaşlarının kardeşi olan Nihal'e aşık olmasıyla başlar Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Kitap, aşık olma, yaşam ve hayat üzerine derin tespitler barındırıken Barış Bıçakçı'nın Ankara'sına da şahit oluyoruz. Bu romanı okurken Ender ve Çetin'in Nihal'e olan aşkının altında yatan masumiyeti, çocukluğu ve büyük çaresizliklerini bir film izler gibi izledim. Okuduğum en yalın  romanlardan biri kesinlikle Bizim Büyük Çaresizliğimiz oldu.


"Benim aklım hep o günlerdeydi. Ne olmuştu o günlere? Yaşanan şeylere ne olur Çetin, nerede durur? Hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. Tozlu tavan arasında girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek falan diyorum, beni kesmiyor. Geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? Başka bir eylem yok mu, olamaz mı?"

Ender'in hatırlamak üzerinde düşünceleri insanı ister istemez geçmişe götürüyor.  Önünden bile geçmek istemeyeceği anılarla yaşarken buluyorsun kendini. 2 yıl sonra anlatmış Ender tüm olanları. 2 yıl önce sevgili okuyucu siz neredeydiniz? Bizler neredeydik?  Sahiden Çetin, yaşanan şeylere ne olur? Hatırlayınca ne olur anılarımıza? Bir gün kayıp mı olur yoksa hep bizimle kalır mı? 

Sonsuzluk... Biz ölümlülerin dünyasında hep bir sonsuz olma hayali yatar. Kimileri sonsuz olmak için yazar. Kimleri müzik besteler. Kimileri resim yapar. Kimileri hayır işlerine adar kendini. Çocuklara yardım eder yetiştirdiği çocuk ondan sonra da adını ansın diye. Kimileri ağaç diker o ağaç ondan sonra onun bir eseri olarak kalsın diye. Kimileri ibadet yapar bir başka dünyada sonsuz mutlu olmak için... "Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana, ölecekmiş gibi oluyorum" diyerek Ender'in de aslında ne kadar ölümlü olmaktan korktuğuna tanık oluyoruz. Çok acı aslında hayatımızın bir gün bitecek olması. Bu bitişi bilerek yaşamamız ise büyük bir cesaret örneğidir.


Keşke diyorum tüm dünya insanları ölümlü olduğunu bilerek yaşasa.  Belki de her şeyden geri kalan benim bu yazdıklarım, sizin okuduklarınız, izlediğimiz  filmler, diktiğimiz ağaç, yetişmesine katkıda bulunduğumuz çocuklar. Biz insanlar ölümlüyüz be kardeşim ölümlü! 

Kötünün bin bir çeşidine şahit olurken şu günlerde Çetin ve Ender'in hayat anlayışı "Kötü olduğumuzda en fazla susarız biz, birbirimize bakmayız. Karpuz yeriz" tavrı beni bu yazıyı yazmaya itti. 

Bu yazı sinirlendiğinde sessizce karpuz yiyen tüm ölümlülere ithaf edilmiştir. 


8 Mayıs 2016 Pazar

Yaşamaya ve Okumaya!



Üst not: Bu yazıyı uzun zamandır yazıp sadece taslak halinde bırakmışım. Bu da benim unutkanlığım. Bloğumu sürekli unutuyorum keşke daha fazla zaman ayırabilsem ama bu aralar bir nevi Santiago gibi kendi kişisel hazinemi de arıyorum. Bulduğumda, yani bulabilirsem elbet yazarım. . Yaşamak ve okumak. Şimdilik bu ikisi var hayatımda. Daha çok okumaya ve yaşamaya!


"Dünyanın ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Ya da mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıskançlıkla. Kendi Kişisel Menkıbesini gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar."

Paulo Coelho'nun 47 milyondan fazla satan ve yirmi altı dile çevrilen Simyacı'ya ait sözler bunlar. Endülüs'te çoban olan ve rüyasının anlamını keşfetmek, kendi hazinesini bulmak için yola çıkan Santiago'nun hikayesi okuduğumuz zaman, bu masalsı romanda kendinizden bir parçayı mutlaka bulacaksınız. Belki de kendinizi bulmak için okumalısınız Simyacı'yı.



Uzun zamandır okuduğum en güzel roman olan Simyacı'da mutlaka insan kendine ait bir şeyler buluyor. Kendi hayat hikayesini gerçekleştirmek isteyen Santiago'nun serüvenini okurken kendi kişisel hayatlarımızı, hikayelerimizi ister istemez düşünüyoruz. Yaşamın amacı nedir?, rüyalar, gerçek aşk, yazgı nedir, kaderimiz nedir gibi soruların cevabını romanda bulabiliyoruz.

"Yeryüzünde her insanın kendisini bekleyen bir hazinesi vardır" dedi yüreği delikanlıya "Biz yürekler, insanlar artık bu hazineleri bulmak istemedikleri için bunlardan ender söz ederiz." 

Santiago'nun yüreği ona bunları söylerken bizlerin yüreği bize ne diyor? En son ne zaman gerçekten yüreğimizin istediği gibi davrandık? Teknolojinin tüm duygularımızı esir aldığı, bizlere bir şekilde dayatılan hayatlarımızın, yaşantımızın dışına çıkarak ne zaman isteyerek gerçekten yaşadık? "Çünkü hayat, yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur." 





Simyacı hayatı sorgulatırken bana Küçük Kara Balık'ı hatırlattı. Denizi merak edip gölünden çıkan Küçük Kara Balık'ın "Başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum" isyanı ve merakı Endülüslü çoban Santiago ile benzerlik taşıyor. Başka yerleri,başka hayatları merak edip yola çıkan Küçük Kara Balık ve Santiago umarım bir başka dünyada karşılaşır.

Hayatı gerçekten yaşayan, yüreğindeki hazineyi keşfeden ve onunla yaşayan insanlara, balıklara, çiçeklere dünyaya ihtiyacımız var. Bizi hayatın bu güzelliği kurtaracak!
Kitabın sonunu tabikide burada söylemeyeceğim. Eğer gerçekten bir masal okumak istiyorsanız, kendi kişisel hayatınızda belki bir şeyler değiştirmek ve yola çıkmak istiyorsanız buyrun efendim Santiago'ya kulak verin.


15 Şubat 2016 Pazartesi

Tatil Okumaları

Hazır dönem arası tatil diyerek okumaya bir türlü fırsat bulamadığım iki kitabı bitirdim. 



Zülfü Livaneli'nin hemen hemen bir çok kitabını okumuş biri olarak son romanı Konstantiniyye Oteli diğer romanlara göre benim için beklentimin aşağısında kaldı. Romanı okurken İstanbul, eski adıyla Kostantin hakkında bir çok bilgiye sahip oluyorsunuz. Gerek müzik gerek edebiyat gerekse de Gezi Direnişine değinen Livaneli bu kez yıllardır sahip olduğu kültür birikimini okurlarına sunuyor.

Bir gecede İstanbul'da ne olabilir sorusuna sayfalarca şimdiki zaman kahramanlarıyla yanıt ararken geçmişe dönüp Bizans'tan, Osmanlı'dan da yanıtlar alıyor. 

Bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışan Zehra'nın ana karakter olduğu roman akıcı diliyle okuyanların birçok hayata eşlik etmesini sağlıyor. Benim gibi geç kaldıysanız mutlaka bir an önce okuyun.


Diğer bir roman ise Fakat Bu Derin Bir Tutku Müzeyyen. Bu roman sayesinde ilk defa İlhami Algör okuma fırsatım oldu.Seda Mit'in hazırladığı kitabın kapak fotoğrafını çok beğendiğimi söyleyebilirim.

2014 yılında sinemaya da aynı isimle aktarılan roman, öykü yazarı olan kahramanın(kahramanın ismi romanda geçmiyor) ağzından aktarılıyor. Gerek eşyalarla gerek kendi yarattığı kahramanlarla konuşan yazarımız yine bir gün yazarken hikayesinin sonunu yazamaz. Zaten romanın ismi de yazarın karısı Müzeyyen ile hikayesinden bahsettiği zaman ki cümlesinde geçer"Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku". 

Çok kısa bir roman olmasına rağmen İlhami Algör'ün  akıcı ve yaratıcı olan uslubunu sevdim. Romanın sonunu burada yazmayacağım ama o derin tutkunun sonucudur belki her şey kim bilir?

2 Şubat 2016 Salı

Eski Fotograf

Gaziantep hatırası. Güneydoğu'nun  hanları, hamamları, yemekleriyle ünlü güzel şehirlerinden biridir. Mayıs 2015'ten.

29 Ocak 2016 Cuma

Uzun Bir Aradan Sonra

En son ne zaman bloğumu güncelledim bilmiyorum ama geçen zaman içinde buraya geliş amacıma uygun şeyler oldu. Stajım, okulum, kurslarım, sertifika programları hepsi daha iyi bir gazeteci olmak için bir adımdı. Bu süre içinde de buraya ne haber girebildim ne de okuduğum kitapları.
Belki artık daha fazla bakarım buraya çünkü okulumda son dönemine girdi. 2016 yılının ilk güncellemesini de böylelikle yapmış oluyorum. Buraya, yazmaya başlayacağım tezim, okuduğum kitaplar hakkında güncel şeyleri aktarabilmeyi amaçlıyorum.Güncel haber girmeyi daha çok isterdim ama okul bize "Haber yapma, kendi alanın dışında ödev yap." diyor.

Yazın tam istediğim gibi Cumhuriyet Gazetesinde Kültür-Sanat biriminde stjamı yaptım. Okulda verilen akademik bilgiler iyi bir gazeteci olmak için asla yetmiyor. Hatta bu bölümü okuyacaklara kesinlikle İstanbul'da ya da Ankara'da okumalarını tavsiye ederim. Stajım ise çok güzel geçti. Orada bana emek veren, mesleğim hakkında bir şeyler öğreten herkese minnettarım.

İnsan, son sınıfta geleceği hakkında daha da korkuyor. Gazetecilik okuyan biri başka ne yapabilir diye sorulan soruların cevabı bankacılığa kadar uzanıyor. Ama yapmayın! En azından bir süre herkes mücadele etmeli, sevdiği işi yapmalı. Basının durumu bu dönemlerde her ne kadar kötüyse de her zaman bir umut vardır.
Mücadele ve umut için denemeye değer.